“İnsan ölürken tam 21 gram kaybeder. Herkes. 21 grama ne sığdırabilirsin? 5 tane bozukluk, bir sinekkuşu, bir bar çikolata. Kaç hayat yaşar, kaç kez ölürüz?”

19.12.13

13.12.13

Konstantin Simonov.
Babam kadınlarından birine yazmış, sarı siyah bir askerlik fotoğrafının arkasında göndermiş.
Bekle beni.
Yıllarca onun şiiri zannettim.
Bundandı inanışım yazabildiğime.

Sana çay borcum olsun Konstantin. Ama ben içmiyorum.

10.12.13

Seviştikten sonra belimden öper.
Her zaman.
Hiç es geçmez bunu.

1.12.13

Kimlere sıradaki şarkı-lar oldum diye düşünürken uyuyakaldım dün gece.

Sen anlarsın uyumadan önceki beni aslında,

Sarıl bana
dedi ağladığımda.
Ben yapamam ki iki işi aynı anda

Bunun izahı yok Matilda, sarıl işte.

Okyanus hile sevmez,
boğul.
Bana
sevişmek için mavi duvarlar boya.
Hatırlat,
vapurda bir çay borcum olsun sana.

Maviden başka bir rengi sev
illa seveceksen
Sen gel,
ben rengimi şaşırırım yine.

Zamansız bir geliş seninki dedi bana sevebildiğim adam.
Sevebilmem o kadar da büyük puntolara sahip değildi belki
Zamansız bir insanım vesselam.
Benim saatimde hiç ikiyi çeyrek geçmez.


Hazır bahsi geçmişken
Bu adam üç noktadır
Bitmez.

30.11.13

Sigaradan delik deşik olmuş dudaklarindan öptüğümde uyanir misin?
Merak içindeyim
Kirpiklerin bu kadar saçmaliği nasil kaldiriyor?

Birinin benlerini saymadan ondan gitmemelisin.
Bir tek bunu bilirim.

Bakişlarin çekildi perde artlarina.
Beklesen de susacaksin belli.
Ama bazilarimiz denize bakiyor. Iskelelere duraklar kuruyor.
Belki beklemek dediğin psikolojik bir şeydir.

Kivrilmiş bir hali kenari kadar çok ağlamiştim o gün.
Bilirdin bir zaman, okyanus bile islanir benim üzüntümden.
Belki okyanus dediğin psikolojik bir şeydir.

Bardağa bakmadan çayi koydum. Sonra lavaboya döktüm, bardağa bakmadan.

Uyanişlarin iyi bir fikir olup olmadiğina bir türlü karar veremiyorum.

Önemli bir konu daha var
Bir türlü sevemedim karanfilleri.

16.11.13

Bazen soğuk havalar oluyor ve bazen yağmur yağıyor
Hala sıcak olan ayaklar ve kolunun uyuşmasından şikayet etmeyen bir adam
O adamı sevmek yanan gözlerine soğuk ellerini bastırmak gibi oluyor
Sonra uykuya dalıyoruz

Burda ölmek zor değil
Uyumak zor

13.11.13

Bugün sayılamayacak kadar insan öldü.
Sayılabilecek bi adam da.
Felçle. Sol tarafına.
Adamı hiç görmesem de tanıyordum. Ama konu bu değil.
Kadın da öyle ölmüştü. Sol tarafına.
Kısacık bacakları koltuğuyla her defasında yere değme savaşı verirdi.
O gün dışında. Tutmayan bacakları koltuktan kaymasına sebep oluyordu.
Yüzünü, adını ya da sesini şu an hatırlamadığım biri ayaklarının önüne ellerini koydu. Kaymasın diye.
Ben ağlıyordum. Hiç yardımcı olmamışım.
Ama konu bu da değil.
Kadın haftalarca hastanede yattı.
Yatmaktan derisi kemiklerine yapıştı.
Boğazında delik açıldı, bu yüzyıla ayak uyduracak şekilde nefes alabilsin diye.
Konu bu da değil.
Bütün organları iflas etti. Ama inanın konu bu da değil.
O adam, sol tarafındaki felci ile 3 gün yaşamak zorunda bırakıldı, 86 yaşında idi.
Kadın niye haftalarca öldü?

Hasta bir düşünce ile kendimden iğreniyorum. Ama ben insanım.
Hasta düşünceler olmasa kutsal olabilirdim.
Niye?
Tesadüflere inanırım.
Ama bu konuşma söz konusu olunca
Garip..




































12.11.13

Yine öldüğümü düşünüp ağladım dedi kız.
Ben de düşündüm. 
Ağlamadım.
Hiçbir şey hissetmedim.
Ölü gibi.
Hatırlıyorum
ve 

neyse..


9.11.13

Bacaklarımla göğsüm arasındaki minik üçgene kafasını koyar, saçlarıyla oynarken beni izler.
Alnını kurtarırım saçlarının karmaşasından her zaman ve eğilip derin bir nefes alırım saçlarının kurtuluşundan.
Gözlerimi kapatır ve dudaklarımı alnına bastırırken seni seviyorum derim.
Uzaklaşıp gözlerimi açtığımda ancak görürüm gülümsemesini. Bu adam derim içimden.. Daha cümlemi tamamlamadan elini saçlarıma daldırıp beni öper.
Seviş benimle der öpücüğü. Sev beni. Hep. 
Sonra gözlerime bakıp evet der, seni çok fazla seviyorum.
Bu hep böyle olur.
Ve hep mutlu olurum, hiç alışmadığım halde.

8.11.13

Neyse dedim, yorganın soğuk tarafı nerde
Yüzünde daha önce olmayan bir çizik var, nasıl oldu dedim
Söyleyeceği her ne varsa yuttu, ağzını kilitledi ve
Güldü.
Çok güzel güldü.
Öyle güldü ki üzerine günlerce aç kalabilir, duvarlarca yazabilir veya sadece gözlerimi kapatabilirdim.
Öyle güldü ki gülümsediği saniyede bitiriyordum dünyayı.
Öyle ki sanki yalnızca o akşam, daha fazla ne kadar üşüyebilirim diye düşünürken ben, orda öyle gülümsemek için gelmişti yeryüzüne. Artık gidebilirdi.
Öyle güldü ki, hayatımı aynından bir tabloya bakarak ölüm orucumu sonlandırırken gülümsemesini beceriksizce taklit ederken bitirebilirdim.
Öyle güldü.
Dedi ki, merhaba tanıdığım kadın. Ben dudaklarını duydum. Öyle güldü.
O an yeryüzü mavi olsa alabildiğine, karıncaları duysak sadece ya da bir seferilik alsa ruhları bedenlerden böyle uçucu, tüy gbi olamazdı dünya.
Öyle güldü ki. Tereddüte düştüm.

Keşke dedim, keşke gülmese. 
Yine güzel güldü
Sevdiğimi fark ettim bu zamanlarda seviştiğim adamı.

O'nun elini sıkıp "merhaba ben calypso" demeyince.
Merhaba ben, cebindeki 15 kuruşum.
Merhaba ben, sağ gözünün biraz altındaki küçük çiziğim.
Merhaba ben, dümdüz bakıp gülümsememeye yemin etmiş kişiliğindeki bariz değişimim.
Ben, bir kadını öpmene ya da aynı kadının kilo almasına sebep olan fastfood dükkanıyım.
Ben, iğde ağacıyım.
Ben sevmeyi hiçbir zaman beceremediğin kadınım.
Ben, anılarınım.

En çok istediğim şey 10 adım ileride olup bana kilometrelerce uzaktan bakarken ne düşündüğünü virgülünün kıvrımına kadar bilmek.
Bu, tanıdık ve şikayet etmeyen birini görmenin mutluluğu. Ötesi değil.
Otururken nasıl göründüğünü hatırlamak istedim.
Gülümsemeni hatırlamak. Ötesi değil.
Hatırlamak niye kötü derler ki?

Yine, yarasaların gibi imgeler arkasında saklambaç oynama, ne demek istiyorsan söyle isterdim.
Kediyi öldür, merakımı bitir ki seni bir daha görmeyeyim.

Saatlerdir bozuk paralarla oynuyorum. Henüz yazı tura yapmadım.
tura gelirse harcanacak bu paralar.

7.11.13

"neden her aşk
bir kadının cenazesini kaldırır mutlaka."
DidemMandak
Zararın sağ tarafından dönüp caddeye çıktım.
Kârlı bi işti.
Şimdi dedim, sihirli değneğim olsa bütün bulutları tepeme toplardım
Bütün maviyi gri yapar, gökgürültüsü ile uyandırırdım uyuyan bütün devleri
Şimdi dedim,
yürümeye devam etmeliyim.
Şimdi. Devam edeceğim.

Araba freni ve korna çığlığı.
Bugünü ancak böyle. Ancak böyle. Ancak.
"Siz hiç bir okyanusu dudaklarından öptünüz mü?"


Ben artık yağmurlara şemsiye tutuyorum. Islanmak, mesafelere küfrettiren sevgiliden bile ırak.


Kendimi unuttum.

6.11.13

Taksilerin sarılığı. Ceketlerin deriliği.
Bugünü ancak böyle renklendirebilir, ancak böyle betimleyebilirim.
Beni içine atan insanlar.. Kendi içime attığım kadından ne kadar da farksız olduğumu öğrendiğim bir gün.
Babam "merak kediyi öldürür" dedi. Bugün, kedi ölmeye çalıştı, başarılı olamayınca kuyruğunu bırakıp geri kalan her yerini kestim.
Hayatının en beyinden yoksun döneminde sesiyle seni hayata bağlayan insanın sesini tanımamak.. Bunu yaşamak gibiydim.
Sesinin değişmediğine eminim fakat duyduğum adamı tanımıyordum ben.
İçime attığım kadından bir farkım yok. O da tanımazdı. O da azıcık düşünse benim gibi hiç sevmezdi seni beyinden yoksunken bile.

Tarçın gibiydik. Baksan, her şeye yakışırız. Ama sadece sahlep var bizi ilahlaştıran.
Bu kadarız.
Sahlep bittiğinde giderim ve düşünmem bile ötesini tarçının dedim.
Sahlep bitti.

Yağmur gibi. Yağmur sonrası beton kokuları gibi. Biz hiç toprak kokmadık ki bunu bekliyorsun.
Ağaç kokladık, apartman kokladık, sokak kokladık belki.
Yatak kokladık, çarşaf kokladık, koltuğun gıcırdayan her yanını kokladık belki.
Toprak kokusu bilmeden öleceksin.
Ama toprak umurunda değil, neden bileceksin.
Koskoca denizler kuruttun sen, okyanuslar. Neden bilesin.
Toprağı hiç düşündün mü? Uçarı. Tüy gibi. Tül gibi belki. Rüzgarla giden ama her seferinde geri gelen. Geri gelip esneye esenye odayı dolduran tül perdeler gibi. Öyle birşey olmalı.
Olmak zorunda.

Tül perde olma.

İçime attığım kadının parmağındaki yüzüklerle oynarken söylediği şarkılar gibi olmak istemiyorum.
Satırlardan taşıyorum yanımdaki adama. Satırlarda sevişiyor, satırlar dolusu seviliyorum.
Sen bilmezsin. Nerden bileceksin. Neden bileceksin. Denizler kuruttun sen, okyanuslar.
Senden nefret edemem, seni tanımıyorum. Hiç tanımadım. Sadece seviştim.
Taksilerin hızı. Ceketlerin siyahı.
Bugünü ancak böyle.. Ancak bugünü böyle.. Böyle ancak bugünü anlatabilirim.
Üzgünüm, senin için. Hiçbir zaman toprak kokusu bilmeyeceksin.

5.11.13

Nefes almasındaki mutevaziliğe koydum kafamı
Böyle atıyor kalbi dedim, burdan seviyor beni.
Ama başka sevişiyor.

Susman gerek.

Var olmaması gereken iki kişi yarattık. Kondomsuz sevişmelerden doğan "yanlışlıkla oldu" çocukları gibi.
Söylediğim gibi değil, senden nefret etmiyorum. Anımsıyorum, sen bağırmadıkça adını.

Hangi duvarına daha yazmam lazım "tilkiler öldü, kürkler artık kül"
Gittiğin gibi kal. Gittiğin yerde kal. Ya da kalma. Ama gelme.
Susman gerek.
İçine at beni.
Susmalısın.

19.10.13

Hiçbir şey hissetmemek için verilebilecek her şey..
Sevmemek için
Eğlenmemek
Ağlamamak
Sadece orgazmı hissedebilmek için.
Birini öldürebilecek kadar umarsız olmak
Kendimi öldürebilecek kadar sigara içmek
Alkolün her türlüsünü sevmek isterdim.
Alsınlar beni
satsınlar
Olurum kaça?

13.10.13

Bugün; kadının, etten kemikten gözün görmeyip gönlün hiçbir şekilde katlanamadığı garip canlılar tarafından -killi sarı toprağın altında- ayrılmasının ve sadece hayal ürünü olarak gökyüzünde maviye karışmasının 365. günü
6 saat daha dolsun diye bekliyorum.
Mezarındaki kırmızı mermerdeki desenleri hala anlamadığım için.
6 saat daha gerek.
Maviye karışacağım, 6 kere.
Beni anlamayan bi insanı anlamakla geçirdiğim zamanım. Kısıtlılık.
Bazen anlamıyorum.

12.10.13

Beklenti insanlığın en büyük lanetidir. Gerçekleşmez. Gerçekleşmeyeceği bekleneni beklemek..
Seksi
Daveti
Aşkı
Güvenmeyi
Beklenti haline getirebileceğimiz her şeyi layıkıyla beklenti haline getirmek. İnsan görevini her zaman yerine getirir ve lanet tıkır tıkır işler.

Alışkanlık.
Sigaraya
Sekse
Aşka
Güvenmeye alışkanlık.
Beklenti dişiyse alışkanlık erildir. Beklenti siyahsa alışkanlık beyaz, karanlıksa güneştir..
Beklenti gerçekleşmeyense, alışkanlık zıttıdır.
Alışkanlık hep olur.
İkisi arasında ölmek size verilen görevse; ölün.

10.9.13

rakıyla birbirimizi iyi biliriz
susuyorsam içime boşalmıştır
bunu müzeyyen de bilir
önünde eğilirim
kuralları bilir ve onlara göre ölürüm.
bütün kurallar yaşamakla ilgili olsa da

5.9.13

geri dönüşler dönemeyişlerden de zordur. saygı duyarım.
ama kürkçü dükkanları ateşe verildi. üzerine hava ısındı. tekrar soğudu hava.
tilkileri vurdular av mevsimleri dışında. vurdular. vurdular. tilkiler öldü. çünkü vuruldular.
zorluklara duyulan saygıyı tilkilere duymadılar.
tilkiler saygıyı hak etmedi bu zamanlarda.
zaten artık küldü kürkler. tilkiler ölü. çünkü vurdular.

21.7.13

öyle güzel rol yaparım ki çarşaflar bizim yerimize sevişir ama sen boşalırsın dışına. dışıma. dışarısı sıcak.

9.7.13

"Demek istediğim şey birbirimizden hoşlanmadığımız ve sadece kendimizi aynı geminin aynı kamarasını ve sık sık da aynı yatağı paylaşırken ve paylaşılan bir milyon yemekle ve bağırsak hareketlerinden ötürü geğirmelerle ve nefes alma sesleriyle (korkunç horlamalar. susturmak için onu yana yahut karın üstü çeviririm. uyanır ve karanlık odada gülümseyerek 'fikirler yürütme' diye mırıldanır) ve kalplerimizin vuruşlarıyla birbirimize kaynamış olarak bulduğumuz. Aslında onun sesi benim nefes alma sesimle ve kalbimin vuruşuyla saniyede 24 kez kaynaşmıştır ve bedenim onun sesi durursa benim nefesimin ve kalbimin de duracağından emindir."
William S. Burroughs
müzik girdi.
sanki "öyleyse.." ile başlayan cümleler için gelmişti dünyaya. düşündüğü belirli kalıpları başkalarının fikirleriyle donatır ve öyleyse tabağıyla önünüze sunardı.
"öyleyse, sanırım sen beni sevmeye devam edebilir ve karşılığında istediğin olmasa da susabilirsin."
en kötü özelliği beni sevmiyor oluşuydu ki bunun affedilebilir bir yanı yoktu. bunun, beni sevmiyor oluşundan başka hiçbir yanı yoktu. her duvarı aynı renk rübik küpler gibi.
en iyi özelliği ya da özelliklerinden biri iyi sevişiyor olmasıydı ki bu göz ardı edilebilir bir şeydi.
mastürbasyonu ilk bulan insanın bununla zengin olacağını düşünmemesi beni hayal kırıklığa uğratıyordu çünkü onun bana verdiği zevki elim de veriyordu. iki parmağımla onu kıyaslamanın da affedilebilir bir yanı yoktu. vazgeçtim.
"öyleyse, gidip o iki parmağınla kendini becer, belki sonra sarılıp uyursunuz."
en akla gelmeyen yanı aklıma gelmiyor.
bazen onu özlüyorum. sonra sevişiyoruz. vazgeçiyorum.
müzik çıktı.

2.7.13

cümlelerim ölü doğuyor.
sözcük yok.
halbuki bıçak gibi keskindirler derler.

16.6.13

13.6.13

hiçbir ses çıkmadığında çıkan tizlerce "çıt" anısına

"her şeyi iyice temizleyip unuttu, gerçekten.."

umarsızlığın götürdüğü sev-e/ile-bilme eyleminin arkasından su döktü kadın. böyle öğrenmişti çocuklukevinde uğurladıklarından.
yanındaki adamın 'aslında sevdiği kadını düşünen' zihni ayrı bir beden olmuş ve masalarında onlarla oturuyordu. zifiri, yapış yapış bir soğukla beraber.
adamın, hâlâ kendisini tek vücut hissettiğini düşünmelerine sebep olan gözlükleri vardı. kadın, gözlerine olabildiğince az baktı. rol yapabilen gözlük çerçeveleri onu şaşırtmadı.
bunun yerine elinde olanlara yavaşça göz gezdirdi. kaşlarına baskı yapan sabah kasvetini, mor-mavi meyhane ışıklarını düşündürerek üstünden atmasını sağlayan akşamüstü karanlığı ve çakmak gazı kadar şeffaf düşünceli, ayaklarını uzatsa bakışlarındaki anlama değebilecek kadar yakın/masada-karşısında oturan en yakın arkadaşı olan kadın vardı elinde.
ikisinin de o an içinde bulunduğu durumdan onu kurtaramayacağını düşünüp çaydan çok oksijenle dolu olan bardağa yöneltti bakışlarını kadın. yanındaki adamın 'çok güzel, dudakların' deyişini hatırlayıp hafifçe gülümseyerek bir yudum aldı çayından. daha çaya ulaşamadan, bir an için çenesinden bir damla oksijen aktı sandı. elini, çenesini silmek için götürürken akşam üstü karanlığını ve şeffaf düşünceli kadını yere düşürdü. üzerlerine düşünmedi.

adamın, okşadığı baldırı ağlamak istedi ama bahanesi yoktu.
kadının baldırı gözyaşı kovalarken, adamın sol kolu altında inip kalkan sağ göğsü dikkatini şeffaf düşünceli diğer kadına yöneltti.

diğer kadın;
gerek kalmadığı halde orada duran öğleden sonra güneşleri gibiydi. bazı günler bir öğününü sadece sigara dumanı yapar ve doyardı. o gün kalçalarına oturmuş bir öküzden yakınır gibiydi. o da adam gibi, masada 3 kişi oturduklarını düşünüyordu. sadece bu konuda yanılıyordu.

anımsama olmayacak kadar yakın bir zamandaki konuşmalarını düşündü kadın. gece yarısı ya da sabah vakti gidilse de her filmde duyulacak bir cevap vermişti diğer kadına.
-senin adına mutluyum.
-en azından birimiz mutlu.

mutluluğu uzun zamandır sadece kelime olarak hayatlarına sokan bu iki kadın, ölü doğan gülümsemelerini yalnızca birbirleri için sır olarak saklıyorlardı.
yine de kadının son zamanlarda farkına vardığı bir şey vardı. yanındaki adam sırlarını biliyordu. yalnızca 'aslında sevdiği kadın' için sır olarak saklıyordu.

güneşin kıyısına kadar gidip dalgalarca oturmuşlardı. kilometrelerce dümdüz uzanan başak tarlalarının en saçma yerinde tek başına duran bir ağaç gibiydi adamın zihninin bedeni. kadının ocağına dikilmiş incir ağacı gibi.
kadın incir kokusunu sevdiğini düşündü.

kokular;
otobüste yanına oturan bira köpüğüyle ıslatılmış sigara dumanı.
kitlesel mutfak komedisi sarı bezler.
nescafe içmiş sevgili ağzı.
boşalmış çift.
anıların yerini alan parfüm.
yaşlı evi yalnızlığı.
naftalin yalnızlığı.

"üzerine konuşulmayan üzerine, içmek lazım.."

rakılalım, dedi diğer kadın. civarda bir mutluluk varsa meyhaneden geçiyordur diye düşündü yürürlerken. gece serinliği yazbaşı akşamına aylar kadar geç ya da aylar kadar erken gelmişti. kadınların ikisinin de 'zamanlama' konusundaki obsesif yaklaşımları mide bulandıran bir açlıkla, oburca saatlere saldırmalarına sebep oluyordu.
akrep, onlar için hiçbir zaman merkürle ya da venüsle gelen sevişkenliğin sebebi değildi. yelkovanla işbirliği yapan sinsi zehirli yaratıktan başkası olamazdı.
diğer kadın hep 'zamanlama' derdi. kadın yanındaki adam orday(değil)ken içindeki ateşin dumanını ağzından gökyüzüne üfler ve çakmağı masaya atardı buna karşılık.
rakılmaya layık şarkılar geçiyordu önlerinden araba farları eşliğinde.
şeffaf düşünceli kadının çakmak gazı kadar seferî bir sesi vardı. akdeniz iklimi boyunca gezinip geri gelir, şivelerden nasibini alır, deniz aşırı yolculuklardan kaçınırdı sesi.
kadın, sesin tanıdıklığıyla harmanlanmış esintinin melodisinde yanındaki adamı sevdiğini düşündü. düşünüğü hızla vazgeçti.
kadın sadece diğer kadınlayken söylediklerini kendi de duyardı. o an yanındaki adama her ne dediyse adam, adamın zihni ve diğer kadın dışında yazın sokaklarda her ne oluyorsa onlar duydu, kadın hiç orada yokmuş gibiydi. bundan dolayı kızgındı. orada olmaması gereken beden kendisininki değil adamın zihnininkiydi.
diğer kadın çocuklukevinin yolunda asfaltla sevişen gölgesine dikkat etmezken adam kadını öptü. öptüğünde adamlardan biri öldü. katil dudaklar kurbanı biliyordu. konuşmak istediler ama bahaneleri yoktu.

27.5.13

yanlış yolun karanlığından 
ateşli sözlerimle kandırıp
düşmüş ruhunu kurtardığım zaman,
derin bir azap duyarak
seni saran ayıbı 
pişmanlık içinde lanetledin, 
unutkan vicdanını anılarınla cezalandırmak için,
benden önce olanları 
bir bir bana anlatırken.
unutkan vicdanını anılarınla cezalandırmak için, 
benden önce olanları
bir bir bana anlatırken,
birdenbire yüzünü ellerinle kapadın;
ruhundaki isyan sonunda 
utançla, dehşetle sarsılarak 
gözyaşlarına boğuldun...

N.A. Nekrasov
hava soğuk değil
yağmurlu da
değil
sıcak da..
hava sadece azottan
aslında.
böyle bir havada istifa etmiştim hayattan.

ve başlamıştım
herhangi
bir kamu binasında
ölmeye.
Ve İzmir'i kokladı kadın
Rakıdan lan bu şehir, dedi.

21.5.13

gittiğine değil gelmeyeceğine acıyor göğsüm.

belki Efe yerine yalnızca güneş doğar.
ilk başta "beni sevmediği halde sevmeyi marifet sayıyordu" yazmıştım. karalama bir kağıda. otobüsün en arka sağ koltuğunda.
sonra. bir şey oldu. anlıktı.
kendime acımaktan, kendimi küçük görmekten bir anlık vazgeçtim.
öyle ki yazdığımın üzerini çizip "beni sevdiği halde sevmemeyi marifet sayıyordu" yazdım.
eve geldiğimde, hatta evi bırakın son "u" harifini yazdığımda bütün o cesaret (!) söndü.
karalama kağıdında kim tarafından olduğu belli olmayan kargaburga harflerle yazılmış anlık cesaretimden utandım.
çünkü bu ben değildim. fark ettim. otobüsün en arka sağ koltuğunda.
ben hep korkaktım. gitmesin diye korktum. sevmekten vazgeçmesin diye korktum. sevişmeyi bırakmasın diye korktum.
fark ettim ki bunların hiçbirini benim için yaşamamış biri için korkup durdum.
ecele faydası dokunmamış korkunun bana da bir faydası olmadı ki otobüsün en arka sağ koltuğunda oturup bunları düşünüyordum.
bu düşünceden de kurtulmam gerektiğini düşündüm. hala aynı koltuktaydım, yerimden bir milim kıpırdamamıştım; kimse yerinden bir milim kıpırdamamıştı aslında ama otobüs metrelerce ilerlemişti.böyle şeyler düşünmeye başladım.
hiçbir zaman bilemeyeceğime karar verdim. neyi marifet sayıp saymadığı önemli değildi. asıl durum neydi?
oturduğum koltuğun gerisinde hiçbir şey kalmamıştı. orada bitiriyordum dünyayı.

19.5.13

değil'im

nereye ait ya da nereye değilim bilmiyorum.
istatistiksel bir rapor çıkarsalar çoğunuza ve çoğunuzun olduğu yerlere değil'im.
ben buraya olamadıklarınızı satın almaya geldim. kazanamadıklarınızı mülkiyet edinmeye. gülümsemelerinizi öğle yemeğinde yemeğe. akşamüzerlerinizi sarıya boyayıp, gözünüze güneşi sokmaya geldim.
merhabalarınıza dahil değil'im.
sigaranızı içen ibne rüzgarım.
baş ağrıtan nemli, ıslak lodosum.
ahmak ıslatan yağmurum.
ahmak değil'im.
siz ve ben. birbirimizi asla anlayamayız.
siz alageyikseniz ben devim. siz güvercinseniz ben aladoğanım.
alaca edilmiş yalnızlıklarınız değil'im.
ben buraya dumanından her zevk aldığınız sigara olmaya geldim. çocukluğunuzu korkutacak iki parlak göz olmaya, karanlıkta. çıplaklığınızı hatırlatmaya. kaç kuşaktır böyle sefilsiniz diye sorgulamaya geldim.
ben bedenimden ibaret değil'im.
buraya itirazlarınızı sustuğunuz zamanların üzerine işemeye geldim. içtiğininiz rakıya değer biçmeye. batırdığınız dolunayı ilaçlarım niyetine yutmaya geldim.
hoşça kalmalarınıza dahil değil'im.
ben değil'im.
"o rakıyı dolaptan çıkartma.
asla ilk kadehi fondip yapma.
eline telefonu alıp eski mesajları yeniden okuma.
ikinci ufağı açma.
duvarlara, tavana anlamsız ve hissiz bakıp dalma.

hissizleşme.
sigarayı süngerine kadar çekip parmaklarını sarartma.
dolaptan yiyecek bir şeylerle o masayı süsleme.
yalnızlığın nasıl bir his olduğunu mutfakta durup asla düşünme.
yeni bir paket sigara açma.
eline o kalemi alma.
yazma.
yapma."

antidepresanlar ve peygamberler

bir kadın düştü ellerinden yere
ağlamasaydı
undan ufak olmazdı

bir kadın düştü
ellerinden
yere
ilk
sağ omzu çarptı
betona
dökülmüş tütün kokuyordu
dumanından iz yoktu

bir kadın düştü yere
ellerinden
olmamış şairler gibi
yerçekimine küfrederdi
utanmasaydı

utanmasaydı
düşmeye yasak getirirdi kadın
düştüğü ellere yasak
yerlere yasak
kadınlara yasak
getirirdi
yine de
düşerdi kadın
yasaklı her yere
yasaklı ellerinden

bir kadının
gözyaşları
düştü yere
eller mahkumdu bu kez
sağ omzu undan ufak
zifir karanlıkta
yarasa gözleri gibi
kömür karası
iki nokta
matlaştı üzerinde kıyafetinin
gerisi geldi yüzlerce yarasa gözü gibi
karası kömür

bir
kadın
düştü
yere
ellerinden
yarasalardan
korkmasaydı
ağlamazdı

bir
el
kadından
düştü
yere
ancak
bu
kadar
düşebilirdi
bir
el

17.5.13

yazabilmek için her şeyimi kaybetmeyi bekliyorum.
uzunca bir süre başıma çok kötü bir şey gelmesi için totemler yaptım.
gülümseyerek totem yaptım. klişelerin ayakta kaldığı bir dünyada "zıtlıklar birbirini çeker" kanununun doğru olma ihtimali olsa dahi denemeye değerdi.
nitekim doğruymuş. gözüme kirpik kaçtı ve gözlerim yaşardı.
gülümseme, gözyaşlarını çekti. ve klişeler yine kazandı.
kazanan hep klişeler.
katil hep uşak..

16.5.13

toz.

"birdenbire olup bitiveriyor. kabus da rüya da aynı. ikisi de geçiyor."

anyway..
çocukluğum, yağmurun her zaman her şeyi temizleyebileceğine inanarak geçti. bunda babamın iyimserliği büyük rol oynuyordu muhtemelen.
ilk elektrik kesilmesi ve zifir karanlıkta kalma deneyimim babamı, bozuk bir firitözün üzerine eğilmiş tamir ederken izlediğim bir anda gerçekleşmişti.
(aslında karanlık olduğu için görmedim yalnızca böyle olduğunu hayal ediyorum ama) babam bana doğru döndü ve "korkma" dedi. sonrasında kahramanca bir "ben burdayım" beklesem de (ki o yaşlarda böyle bir şey bekleyip beklemediğimi bilmiyorum) bir süre daha duraklayıp "her zaman birileri gelir" diye ekledi.
hayatımın dibe vurduğum anlarından birinde, bunu yazmaya koyulduğum bir gece elektrikler kesildi. kapının olduğu yere doğru dönüp içeri girecek olan kişiyi beklemeye başladım. içeriye girmesini istediğim adam bulunduğum şehirde bile değildi.
o gece ve ondan sonraki geceler kendimle her zaman sesli konuştum ve "birileri mutlaka gelir" dedim.
bu mottoyu öğrendiğim günlerde yağmurun her şeyi temizleyeceğini düşünürdüm. "bereket yağıyor" derlerdi ya..
aslında yağmur tam olarak, su buharının toz zerreleri etrafında yoğunlaşması sonucu ağırlaşması ve yeryüzüne inmesi sonucu oluşur. bilimsel konuşmak, her zaman kendimi ciddiye almama ve sizin de bunu yapmanıza yaramıştır..
eğer ortada bir toz varsa, bu kirlilik demektir. yani her damlada toz olması ve milyonlarca damla olması.... yağmuru benim gözümde çok başka bir şeye dönüştürmüştü.
sonra bir gün, bir adam beni öptü. ve tozdan görünmeyen bir cama kalp atışları çizdi.
toz, sizin için baştan beri tozken benim için 2 defa karakter değiştirdi.
o an dedim ki, bir daha asla bu kadar mutlu olamayacağım.








ve haklıydım.
acıktığımı bile anlayamayacak haldeyim.
uyumalıyım. ama olmuyor.

7.5.13

Hayatım benim bile değil.
Çünkü hayatım 2 sene öncesi O'ydu.
O gidince hayat da gitti.
O geri geldi. Hayat gelmedi.
Çünkü gitti.
Onu çok fazla seviyorum diye hayat da onunla gitti. Ama sorun değil. Çünkü o geri geldi.
İkisinden biri illa ki geri gelmeliydi.
İkisinin de anlamı aynı.
İkisi aynı anda olunca "hayat dolu" oluyordum. İkisi gidince ölü.
Birinden biri gelince de
Nefes alabiliyorum.

2.5.13

Sabah olacak.
Göz göre göre sevişeceğiz.
Sevişmek için geleceksin. Seviştik diye gideceksin.
Göz göre göre.
Eyvallah.
Ancak ben gerçeğe değer vermiyorum. Bu yüzden sana hiç yalan söylemeyeceğim.
Seni aklıma düşüren yerçekimine lanet olsun.
Çok güzel gamzelerin.

1.5.13

Bugün çarşamba.
Dünden hiçbir farkım yok. Bunu aynada yaptığım ufak gözlemlerden biliyorum.
Aynı tişört, aynı dağınık saçlar, aynı boş bakışlar..
Aynı sandalyede geçiriyorum çarşambayı, salı olduğu gibi..
Sanki dün de çarşambaydı ve ondan önceki gün de ve daha önceki gün de.. Tek fark bu sabah evin tek bir penceresini açtım ve bütün kapıları da. Araba sesleri için..
Belki de istediğim gibi hiçbir yere gidiyorlardır diye.

30.4.13

"Endişelenmek" kadar çekici bir kelime yok sanırım.
Eylemin kendisinden değil belki ama onu telaffuz etmekten ya da okumaktan haz duyuyorum.
Bence gerçek anlamından daha rahatlatıcı bir eylem olabilirmiş. Sanki tıknaz bir çocuğun adının Gürbüz olması gibi..
doğru olmadığını bildiğin bir şeye inan.
şu an her ne yapıyorsan bırak ve inanmaya başla.

düşersen ölmeyeceğine inan
çık tırabzanlara
düşme. ama inan.

gitmeyeceğine inan
seviş o adamla
on dakika ya da bir saat sürsün. ama yanında uyuma.

güzel göründüğüne inan
günyüzü görmediği için dolabın gibi kokmaya başlayan basma eteğini giy
dışarı çıkma. ama giy.

affedeceğine inan
annenden özür dile
affedecek.

sonunda gülümseyeceğine inan
her şeyini kaybetmeye oyna
kaybet. ama gülümse.

29.4.13

Kiliseler, camiler, tapınaklar.. Tanrıyı buldukları mağaralar.
Ölümü beklediğinde, bildiğinde ya da fark ettiğinde inanmaya başlarsın.

Modern tapınaklar, inanış mağaraları: hastaneler. Ya da morglar.
"İnsanların kolaylıkla açıkettikleri kusurları vardır; bir de zorlukla ettikleri." Epiktetos

21.4.13

Erkeklerle kadınlar arasındaki farkı yeni anlamaya başladığım ve henüz keşfe çıkamayacağım bir yaşta en büyük korkum birinin beni çıplak görmesiydi. Sonra bir piçle yattım ve artık en büyük korkum onun bir daha beni çıplak görmemesiydi.
Babamın bana para ile bok yemeyi öğrettiği gerçeği çoğu gece aklıma gelir ve gülerim. Sonra da elimdeki kokoreçten vajinama yakışmayacak erkeksi, büyükçe bir ısırık alırım.
Ve tabi ayran. Sağlığınıza.

9.4.13

"Bu Baruch. Kütüphanenin önündeki. Bütün gün boyunca orada otururdu. Köydeki herkesten fazla kitap alırdı. Okumuş olmasına rağmen. Okumadan onlar hakkında düşünmeyi sevdiğini söylerdi. Kolunun altında hep bir kitapla gezerdi. Annem 'saçmalık' derdi. Onun deli olduğunu söylerdi. Herkes aynı fikirdeydi."
Everything is Illuminated (2005)
Ufuk'a.


9/4/13 saat sabaha karşı 4.41
Uyandım.

8/4/13 saat gece 11 tarihli "çok kötü bir şey oldu" mesajını okudum. Ve aklıma kötü olan şeyler gelsin diye bekledim. Kötü olan hiçbir şey uğramadı fikrime.
Aradım. Çaldı. Bir defa daha çaldı. Ve uykusunda bile mantıklı olabileceğini düşünmeme sebep olan sesin sahibi telefonu açıp "Ufuk öldü" dedi.
Yatağımda yatmış ve mesajı kendimce yorumlamaya çalışmıştım. Gece saat 11de kötü olabilecek ne olabilirdi  ki? Kötü değil, çok(!) kötü..
Ufuk öldü deyince, ben de acaba dedim; acaba mesajın geldiği saatte arasaydım onları, ne değişirdi? Ama uyuyordum işte. Ufuk ben uyurken ölmüştü. Ufuk'un kızı, karısı ben uyurken başlarına gelebilecek -muhtemelen- en büyük acıyı yaşamıştı. Ben de ilerleyen bir saatte öylesine uyanıp dertlerine dahil olmaya karar vermiştim. Ama Ufuk ölmüştü.
Kızını arayamadım. Düşündüm ki; saat 4te, babasını kaybetmiş bir kız uyuyor olabilir. Ya da acından ölüyor olabilir.
Geriye kalan 2 saatlik gece süresince babamı düşündüm. Sonra güneş doğdu.
İlk başta "babacım, seni çok seviyorum" diye mesaj atmak geldi içimden. Sonra o babacım oldu, baba. O baba oldu, hiç. Sadece "seni seviyorum."
Sonra da vazgeçtim.
Güneş doğunca aradım babamı. Dedim ki "seni seviyorum."
Kızının yanına gittim Ufuk'un, ve karısının.
Kızı hiçbir şeyin farkında değildi. Sanki akşam babası gelecekmiş gibiydi, morgun önünde. Karısı içinse her şey farklıydı: Akşam Ufuk gelmeyecekti. Ufuk bir daha hiç gelmeyecekti. O hep ağladı.
Ona üzüldüm aslında ve kızına da. Çünkü hayatlarını (.) kaybetmişlerdi. Ufuk ise sadece 21 gramını.
Kızı, "babamı görebileceğimi söylediler" dedi. Karşı çıkmak istedim, diyecektim ki "öyle hatırlamamalısın, çünkü bundan sonra hep öyle kalacak". Ama demedim. Ve o da babasını görmeye gitti. Son kez.
İçeri girmeden önce babası ölmemişti ve dışarı çıktığında babası ölmüş bir kızdı. Ayrıca sesi de ölmüş bir kız.
Bütün bir gün boyunca yanından ayrılmayan iki kız daha vardı. "Asalaklar" dedim onlar için. Öyle ki besin kaynakları için değil anlayış için oradalardı. Kızının iki yanında iki yaver gibiydiler. Ben değildim.
Cenaze namazı.
Konvoyda, cenaze arabasının arkasındaki arabada ön koltukta kemerimi takmayı çok geç akıl ettim ve tabuttan gözlerimi ayırmadan camiiye kadar ölüm sessizliği içinde(!) gittik. Bir ara yanımda, arabayı kullanan kadın "çok gençti" dedi. Ama sanki bize dememişti. Sanki kendisine de dememişti. Ufuk gençti, bunu belirtti. Başka kimse konuşmadı.
Bir ara, tabuttan gözlerimi ayırıp arabanın fren lambalarına baktım. Ufuk'u taşıyan bir arabanın fren lambaları olamayacak kadar sıradan fren lambalarıydı.
20 dakikalık yol boyunca her yokuş çıkışımızda "ayakları tabutun ucuna değiyor mu acaba" diye düşündüm. Yokuş indiğimizdeyse..
Camiiye geldiğimizde nokta şeklindeki sarı-beyaz mermerleri inceledim. Hangisi gelen ölüleri temsil ediyor diye merak ettim. Sarılar mı, beyazlar mı?
En sonunda beyazların daha çok olduğuna karar verdim.
Tabutu kalabalığın içinden bir kez daha gördüğüm an ağlamaya başladım. O an ne Ufuk'a ağladım, ne de karısına ya da kızına. Yahut kaybettiği 21 gramına.
O an ölümsüzlüğümden ödün verdiğimi anladığım için ağladım. Babamın "ölümsüz çağındasın" tezini "ölüm, başımıza geldiğine göre artık var" diyerek çürüttüğüm için ağladım.
Ve sonra yine babamı düşündüm.

Giderken yanında bir bulut götür, bu gece yağmurdan bahsetmeyelim.

3.4.13

Ah be Hasan'ım!
Çocukluğumda sadece çirkin olduğu için öldürdüğüm örümcekler rüyalarıma giriyor. Özür diliyorum. Dilimizi bilmiyorlar.
Öyle çirkinler ki! Ölüm onlara yaramamış Hasan. Daha da çirkinler artık.
Şimdilerde onları sadece öldürmek için öldürüyorum. Çünkü yapabiliyorum Hasan, öldürebiliyorum onları.
Yalnızca şarkılardan sevdiğim mimozaları görüyorum. Rüyamda.
Sarı.
Binlerce mimoza görüyorum. Bütün örümcekler mimozaların üzerinde kurumuş kan lekeleri gibi kara kara Hasan. Hepsini öldürüyorum.
Örümcekler çirkin. Sen onlardan daha çirkin Hasan.
Ah be çirkin Hasan!
Bilir misin bazı şeyler o kadar çirkindir ki artık gözüne güzel gelir. Sen öyle bir güzelsin Hasan.
Git Hasan'ım git. Ama dön be. Buralar pek güzel sen yokken.
Sen yokken, olmayan mimozalar görüyorum buralarda, üzerinde örümcekleri olmayan.
Mimozalar güzel. Sen onlardan daha güzel Hasan.

2.4.13

Özlem; kişinin avuç içidir. Hep daha bir ak, hep daha güneşe uzak.
Uzak, yakına yakınma şeklidir.
Bunlar Oruç'tan sonra kitabın kenarına karaladıklarım.
"Bırak biraz yağmur yağsın." Engin Günçe
Babası gözlerini mavi bir lotusa açmış ve adını Nilüfer koymuş. Öyle bir kadın o. 
Mavi lotuslar gibi.
Demişti ki bana "Aşık olduğun, asla 'orada' olmayacak. O hep bir yerlerdeki durak olacak.."
Gideceksin ve o durakta sigaranı yakacaksın. Zaten yaktığın an otobüs gelecek.
Hep böyle.
"Nasıl olsa öleceğimize göre, yaşamalıyız." Wittgenstein

Size dedim ki; en yüksekte bulunabilme uğruna katlettiğiniz her ayrıntı size küfreder. Bunun dışındakiler yalnızca kalabalıktır.
En yüksekte bulunma çabası bittiğinde. Örneğin Tezer gibi. Ya da sıradan insanlar içinde benim Tezer'im olan Ali gibi. "Tamam kaybettik. Evet ucunda ölüm var. Kabul ediyorum güçsüzüz. Ve yaşamak zorundayız" dediğinizde aslında orada olan bir aydınlanma evresi yağmurun metale her çarptığında çıkardığı sinir bozucu sesler gibi aklınıza tecavüz ediyor.
Ve artık özgürsünüz. Küfredin.
"Bazı şeyleri (belki, her bir şeyi) yaşayıp bitirmek gerekir; yoksa, yaşanıp durdukça, bayatlar." Camus

31.3.13

Sevişmek istersin, sadece o an bir türlü sevişemezsin.

Zaten sonra alkolü buldular.
Batıl inanç en kolayı.
Kara bir kedi merdiven altından tam 13 defa geçti ve bir at nalı tavşan ayağına özenirken, ben de saçımı çektim. Bu yüzden iki yüzü de yazı olduğu halde param tura geldi.
Perşembeler artık başlamıyor ve bitmiyor.
Sana son bir hikaye anlatayım: Bir gün kafesin biri, bir kuş aramaya çıktı. Ben "tura" demiştim.

11.3.13

"Merdivenlerden çıkarken orada olmayan bir adam gördüm. Bugün de orada değildi. Keşke, dedim. Keşke gitse." Identity

15.2.13

Saçlarımın güzel olduğunu düşündüğüm bir akşam, bu akşam.
Ve yine şeftali kokulu kadınla konuşuyorum. Marla ile.
Bir insanın hayatına az su içip çok konuşan biri kaç defa girebilir ki?

Dedim; halıların kıvrılmış kenarları güzeldir. Ama kimse sevmez. Annem "halı kırılır öyle" derdi. Güzellikten kırılan kadın yoktur. Kadınlar ve halılar. Ne kadar kırılabilir?
Bazen kırılırlar. İyisin. O kadın tam elli yıl öncesi İzmir gibi gülmüştü. Neden anlamak istemiyor? O lanet kadın, bir an için gülümsedi. O salak iskelede. Geri kalan hiçbir şeyin önemi yoktu. Hiçbir cümlenin, dedi.
Dedim; belki kırılmıştır kadın. Ya da halısı. Benim halım kırılsaydı, gülmezdim o kadın olarak.
Aynaya baktı ya da söylediklerimi ayna olarak kullandı ve saçlarımı kazıtmak istiyorum. Kanepeyi kaldırıp halıyı düzeltmem lazım. Annem için, dedi.
Öyleyse, dedim kanepeler bir kızı kadın yapan ve sonra o kadını bir hiç yapan, gitmekten ve bir kızı kadından hiçe çevirmekten başka işi olmayan adamlar mıdır? Onları kırarlar?

14.2.13

Fakat emirler, ergen bir delikanlının çükü gibi dimdik ve mağrur oluyor. Sana "sus" diyen öğretmenin, susmaktan başka bir şey öğretmediğini fark etmeyerek susuyorsun yalnızca.
Su içmek aklına gelmiyor.

13.2.13

Mezarların havadan daha sıcak olduğu bir akşamüzeri. Eve döndüğümde babaannemden konuşuyorlardı.
İlk başta öyle düşünmüştüm.
Bir mezardır almış başını gitmiş, koltuklara alelade atılmış eşyalar gibi duran aile fertleri arasındaki, havada gözleri ağırlaştıran bir gerilimin dolaştığı muhabbette. Babaannem değilmiş konu.
Dediler ki:
Bu mezar, yazın ikinci kattaki balkona çıkıp, ıslak yaz sıcağında, sevişmekten ya da işemekten daha çok tat veren esintiyi hissetmek için bu evde merdivenleri çıkmaya çalışırmış bütün kış.
"Beni almaya geldiklerinde, onlara ayak uydurabileyim de beni taşımak zorunda kalmasınlar. Hemen çıkabileyim" dermiş mezar.
Mezarın yaptıklarını gözlerinde canlandırıp gülüştüler. Ben de yukarı çıktım.
Mezar bunu yapabilmek için bütün kış uğraşırken, ben sadece 20 saniye sonra yukarıdaydım. Bunu sevdiğim adamla konuşmak için yaptım.
20 saniye.

3.2.13

Falcıları severim. Ama haklı çıkmalarını isteyecek kadar değil.
Falların gitmemi istediği şehirlere hiç gitmedim, gördükleri mide ağrılarını hiç yaşamadım.
Telveye sorsanız doğru cevap alacağınız şeyler söyler falcılar. Severim onları.
Para verip yalan söylettiriyoruz ya kendimize, sanki kimse söylemiyormuş gibi.. Böyle zamanlarda ağzıma küfür yakışıyor.
Falcıları severim vesselam.
Rüzgarın yüzü yalaması, en az sokaklar kadar güzeldir. Ama bu rüzgar beni geri adım atmaya zorluyordu.
Filmlerden bildiğim titanlar yükseldi önümde, gürültüleri balkonlarda delirmiş kadınlar gibi oraya buraya çarpan çarşafların seslerini yedi yuttu. Gözlerimi kapattım.
Çenemi yukarı kaldırdım biraz. Boynumu sevgililerden daha bildik öpsün diye.
Gölgeme baktım, saçlarını geriye taradı kapkara elleriyle birkaç defa. Karanlık yüzünü saçlarından arındırdı.
Yürürken; ökçesiz ayakkabılarımın topuk seslerini, konuştuğumda kendi sesimi duyduğum gibi boğuk, içerlerden duyuyordum. Yeryüzünde bana ait olduğunu bildiğim tek şey, iç sesim, yürüyebiliyormuş. Sevindim.

2.2.13

"Yüzüm, günden güne hiç değişmediği halde (bunu, her sabah aynada yaptığım gözlemlerden biliyordum), resimler arasında vahim farklar vardı." O. Atay

Ceketler. En çok ceketler hatırlatır bana zamanın geçtiğini. An'ın anı olduğunu ve anıların artık ölü olduğunu.
Belki de hiç, çalışır durumda bir saatim olmadığından bugüne kadar ya da geceleri çektiğim uyku sıkıntısından geçmezdi zaman.
Ama ceketleri iyi bilirim. Siyah, hiçbir zaman merhamet ve sıcaklık kokmayan ceketler.
Beni terk ettiği gün giydiği ceketin, bana döndüğü gece de üzerinde olması kötü anıları bütün karanlığıyla sürekli ve hala üzerinde taşıdığını anlatıyor.
Odamı toplarken, yerdeki çamaşırlarla birlikte düşüncelerimi de çekmecelere dağıtırdım hep.
Her insan bana yeni bir dil verdi.
Annemden duyduğum dil, babamın öykündüğüm diliyle aynı değildi. Ben de babamınkini seçtim. Sonra büyüdüm. Okul, bana yeni bir dil verdi.
Konuşabileceğim milyonlarca dil. Asla konuşmak istemeyeceğim. Olabileceğim bütün Ben'ler.
Onlar yaptılar. Ben istemedim.
Bir kelimenin içinde bir roman olduğunu
Bana her şeye başlayabileceğin bir kelime versen bunun ne olacağını

Sözcükler içlerinde başka sözcükler yaşatır. Bu yüzdendir ki uzun cümleler sıkar, anlamayı zorlaştırır.
Bütün bunları kısa bir cümlede yazmalıyım. Bu cümleyi arıyorum.

"O bana anlayışla bakarken ben onun (annemin) dünyasına ne kadar yabancı olduğumu düşündüm" Tezer Özlü
Sorumluluğu reddetme evresini atlatamadığım, hayattan bıkma aşamasında bile ölümü düşünmediğim yaşlardayım.

"Ölüm, başınıza gelene kadar yoktur." A. Akdoğan

İçsel yıkımı, ölümü, sevgiyi, tutkuyu ve tüm duyguların, bunalımların kişiye gidiş ve dönüşlerini dışavurup başka bir insanda yaşamak istediğimizde daha fazla kendimizde hapsetmiyor muyuz?
Başka bir insanın yapabileceklerinden korkmaktansa, kendimizde o insanı yüceltme seviyemizden korkmuyor muyuz? Buna göre tutku ya da sevginin boyutu bizim elimizde mi?
"Bir gezinti tüm günü ısıtabilir. Ama geceler öldürüyor beni." Pavese.

En kötüsü uykusuzluk.
Az su içip çok konuşan, şeftali kokulu bir kadınla anlaşmayı başarıp bir yer açabilirsek eğer, insanın en yalnız hissettiği zamanlar için olmalı. Gerisinde gidecek yerleri var.
Şükürler olsun ki sokaklar bizim. Evleriyle birlikte uyuyan insanlarıyla sokaklar, soğuk kokan arabalarıyla sokaklar, işenen, işe gidilen sokaklar. Birbiri içinde yok olan insanlığı her yönüyle kabullenen sokaklar.
Bizim insanlara bir iyilik borcumuz yok. Yalnızca halden anlıyoruz.
Bazen tamamlanmayan cümleler daha
İnsanlar bir kişi değildir.
Bu yüzdendir ki kimseye "değiştin" diyemem.
İlk aşık olduğum zamanlarda bunu savunamazdım. Biri giderse, onu "değişmek" ile suçlarız. Kişinin bencilliğini bazı şeylerden suçlanmamak için sencilliğe çevirdiği zamanlardır bunlar.

Şimdilerse onu diğerlerinden farklı kılanın içimdeki her insanın onu sevmesi olduğunu biliyorum. Obsesif olan da, şizofren olan da ya da çirkin ama iyi olan da onu sevmişti.
Bu genel anlamda, insanları sevmeyen kalabalığım için yeni bir şeydi.

1.2.13

Atsınlar beni. Bir Alsancak barının sabaha doğru boş şişelerin doldurduğu çöp kutularına. Ben de onlardan olmak istiyorum. Biraz. Neden oradalarsa, ben de olmak istiyorum.
Sebebim olsun onlar gibi.
Belki böyle bulabilirim sabahların, gecelerin, öğle sonrası gerek kalmadığı halde orada olan güneşin nedenini.
Tezer'in Bir İntiharın Eşiğinde (iken) yazdığı satırların daha başındayken onun şaşkınlığını, belki de yapamadığım bütün yolculukların kilometrelerine katlayarak yaşıyorum. Acının Durgunluğu'nu okuduğu zaman şöyle yazıyor "Pavese'nin doğduğu gün doğduğumu şaşarak öğreniyorum: 9Eylül".
Yaşamı ve ölümü, yazmayı ve çıldırmayı, aşkı ve sokakları öğrendiğim Tezer'le aynı gün doğduğum gerçeğini öğrenip, içimde hala olduğuna şaşırdığım gerçek bir coşku buluyorum. Yaşamak için bir sebep olduğuna inanıyorum.
Tezer'in varoluşunun kanıtı olan günün, benim ve Pavese için de aynı önemi barındırması, kader ya da ona benzer bir şeye inanmamı gerektiriyor.
Ve Tezer şöyle diyor: "Aynı gün. Aynı yıl değilse de."

23.1.13

Bugün yatağıma uzanıp çoraplarıma baktım. Saatler geçmiş gibi hissettim ama yalnızca yarım saat ilerlemişiz.
Sonra çoraplarımı çıkardım.

20.1.13

Ne öldüm. Ne de çaresizliği gördüm. Ben ölümü sadece babaannemde gördüm.
Yalan söylüyorum..
Babaannemi ölürken görmedim. Ölüyken de görmedim. Ben killi, sarı toprakla çevrili mezarlar gördüm. Savaştan korkan atlar gibilerdi, şaha kalkmış. Bir at savaştan nasıl korkar dedim.
Babam bana "senin yaşındayken ben de ölümsüzdüm" dedi, "şimdi anlıyorum ki ölüyorum". Babam, hep bir şeyler dedi.
Ölüm olduğunu bilmeden gelen arabanın farına bakan gelincik ne düşünüyorsa öyle mi olacak dedim. Sonra, onun bir cenneti yok ki, orada kalacak dedim. Belki babaannemi götüren cenaze arabası da geçecek ölüsünün üzerinden, yağmur yağacak içine içine, bir kız onu görüp iğrenecek, yavaş yavaş asfaltla bütünleşecek ve kalmayacak geriye gelincik. Ama o yoldan geçmeyen biri o gelinciğin sonunu bilmeyecek.
Babaannem Denizli'de öldü, İzmir'de bir asansördeydim haberini aldığımda.

19.1.13

Şerefine kaldırıyorum bu sanal rakı kadehini.
Sahip olmadığım bir melodinin aylar önce kulağımı delice çınlatışını tekrar duymak için karşılık vermeni bekliyorum.
Kahve içerken, ayağımı yıllardır orda olduğunu bildiğim dolaba çarpıp küfrederken, denizin güzelliğini düşünürken, denizi kıskanırken, bir sebeple biri başka birine, bir yerlerde "üstad" diyor diye aklıma takılır.
O birilerinin arkasından diyecekler ki "başka birileri ona üstad derdi".
Anıların hiçbir zaman geri dönmeyeceği gibi, o birileri de dönmeyecek. Koskoca üstad, sadece söylendiğiyle kalacak. Belki yazılmayacak bile bu yazıdan başka.
Bazen, kahve içerken bunları düşünürüm.

Gözler. 
Gözlerin. 
Bakmak için varlar.
Gözlerine, varoluş sebeplerini hatırlatmak isterdim. Nasıl yapacağımı bilseydim.
Bir iğde ağacının kokusunu gözlerine anlatsam öyle bakabilirler mi diye merak etmiştim kısa metrajlı bir yolculuk esnasında. Saçlarım, cevabın uzunluğunu kıskandı.

Bir gün rüyamda seni görmüştüm, yine. Binlerce takım elbiseli yürüyordu, ancak binlerce takım elbiselinin yürüyebileceği taş bir yolda. Üşengeç bir akıntı gibiydiler. Sanki, benim baktığım yerden bir adım geride duran biri onları iki ileri-bir geri gidiyormuş görür gibi geldi.
Çok güçlü olmayan bir akarsuda, diğerlerinden daha büyük olan ama normalde bir babanın avucuna tam gelecek şekilde oturan yassı bir taş gibi duruyordun binlerce takım elbiselinin içinde. Üzerinde bir takım elbise vardı. Ama sen ilerlemiyordun.
Akıntı vardı, bu görülüyordu. Kanıtlamak için daha fazlasına ihtiyaç yoktu. Ama sana sorsalardı şöyle derdin:
"Çok fazla takım elbise var. Bugün kot giymem gerektiğini biliyordum."
Sen orada dikiliyordun ve akıntı yine de vardı.
Asla gişe rekortmeni olamayacak bir filmin, gişe rekortmeni olabilecek tek bir sahnesi gibi benim olduğum yere bakmıştın.
Gözlerin. Bakmak için vardı.

15.1.13

"...kurnaz ve hilekar bir ifade. Sanki her karşılaştığı kişiyle arasında, iki tarafça da bilinen iğrenç bir sır varmış da, zaten ikisi de çok iyi bildiği için söylemeye gerek görmüyormuş gibi."

Boyu bana cuma günlerini hatırlatır. Tatlı bir uzunluğu vardır cumaların.
Bir heykeltıraşın elinden çıkma hatlarını; hiçbir zaman gerçekten istediği gibi olmayan çocukluğunun, fizyoterapiste tonlarca para ödemesine sebep olan çocuk felcinden kalma sakatlığı gibi gördüğü gamzeleri bozar. "Ya yanaklarımı yok sayabileceğim kadar olmalıydı, ya da hiç olmamalıydı" der onlar hakkında.
Heykeltıraşın yaptığı bütün hatalarla birlikte oyduğu taştaki inatçılık "muhteşem"in oluşmasını engellemiş ama kusurun en parlak çağının onda vücut bulmasını sağlamış. Vücudu bana her cuma akşamı orada olduğunu bildiğim ama hiçbir zaman göremediğim bir tanrıyı hatırlatır.
O, hayalleri yıkıldığında yutkunabildiğini bildiğim tek insandır.
Sevgili Dubrovnik sakinleri,
Bir eylemi hayat felsefesi edinmiş bir adamdır o. Kadıköy sokaklarını bilmeden ya da Montana'ya hiç gitmeden çetenin lideri olmuş biri.
Zarında 2 yokken, iki atmak için kendine tapan biridir o adam. Kaybetme eylemine hiç danışmadan, kendisine yüklediği gibi tanrısal bir güç yüklemiş ve seviştiğinde yatakta bıraktığı her ter damlasını ona kurban etmiştir. Kaybetme eylemi, onun dışında herkese ondan bıktığını söylemiş ama ikiyüzlü ve parasını aldığı sürece sorun yaratmayan fahişeler gibi düzülürken gözlerini kapatıp kendisini başka cümlelere yüklem yapmıştır.
Bu da böyle bir adamın hikayesi.
Bu adam bir kadını almış ve en kuytu yerlerini dayayıp döşeyip hayatının merkeziymiş gibi ona göstermiş ve kira almamıştır.
Bu, yüzünde daima yanlış yaptığı her şeyin sorumluluğunu çocuğuna yükleyen babalardaki, hipotermi düşüncesi kadar hastalıklı ve soğuk bir ifadesi olan adamın hikayesi.
Hiç dahil olmadığı diyaloglarda bulunabilen biridir o. Öyle cümleler vardır, adın hiç geçmese de varsındır onda. Öyle cümleler..
Sigara içmesi bana her zaman ellerindeki kusuru kamufle etmek için yaptığı bir eylem gibi gelir. Her şey bittiğinde ya da henüz başlamadığında düşündüğüm tek şey ellerinde kusur olmadığı.
Bir adamın hikayesi de böyle biter.
O gün gökyüzü delindi
ama sessizce.
Çok susamış gibi ağzını açtı biri,
gökyüzünü içti.
Pencerelere baktı utanarak
Pencerelerinin içine baktı
başka birinin gözleri içine.
Belki de tesadüfüydü onların yağmur
ya da pencere.
Birinin hor görülmesine sebep olan başka biri değildi
yağmurdu belki de
ya da pencere.

14.1.13

Bir yarım korkmaktan korktuğu için iki yolun arasındaki balçıkta yürüyorum hep, en sevdiğim ayakkabılarımla.
Hayatı sadece yazı ve turası olan bir paradan ibaret gören bir kadının hüznü vardı vizyonda. Şeftali gibi sessizce oturuyordu bankoda. Sanki yarın kıtlık başlayacakmış gibi sigara içiyordu. Bir kızılderilinin çökmüş yanaklarına sahip değildi ama sanki biraz kulak verseniz "beyaz adamın çakmağı var" diyecekmiş gibiydi.
Yağmurlar günlerce yağacak, soluklanmak için hiçbir şehrin üzerini istila etmeyecek, durmadan gidecek, gidecek, gidecek ve sonunda bitecek ve karıncaların ayak sesleri yine toprağı saracakmış gibi... Öyle bir sesi vardı kadının.
O kadın için her şey başlamaması ve bitmemesi gereken zamanlarda oldu. Öyle zamanlarda sigara içti.
Halbuki daha sevişmemişti.
Muhtemelen hiçbir zaman benden, ailesine son derece bağlı ve imkanı olsa hayatını bütünüyle denize adayabilecek bi adamın kızıydı diye bahsedilmeyecek.
Babamın sualtından böylesine zevk almasını, dışarda zevk alınacak şeylere rastlamanın mucize sayılabileceğini öğrendiğim yaşlarda anlayabildim. Balıklar önyargılı değildir, balıkların sizi sevmesini ya da kabullenmesini pek umursamazsınız. Balıklar size modadan bahsetmez ya da bilmedikleri şeyler hakkında başınızı şişirmez. Onlar, babaannem mezarında ne kadar konuşkansa o kadar konuşkandır.
Hakkımda; hayatını ebelik yaparak kazanmış, doğurttuğu kadar da çocuğu olan ve kızdığında herkese "mikrop" diye çığıran bir kadının torunuydu da denmeyecek.
Muhtemelen ben her zaman babaannemin mezarı gibi olacağım. Hür, huzursuz.

12.1.13

Sevgili Dubrovnik sakinleri,
Yazmaktaki amacımı açıklamak istedim. Ben küfretmekle etmemek arasında bi farkın olmadığını, ağızdan çıkan bi lafın uygulanmadıkça işe yaramaz bi kalabalık olduğunu aklınıza takmak istiyorum. İnsana sadece yaşadığı süreçte en yüksek yerde oturma isteği için katlettiği her ayrıntının hakaret edeceğini söylüyorum. Duymanızı istiyorum. Saygılar.

7.1.13

aman, kendini asmış yüz kiloluk bir zenci
üstelik gece inmiş, ses gelmiyor kümesten 
ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci? 
hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.  
iyi nişan alırdı kendini asan zenci
bira içmez ağlardı, babası değirmenci
sizden iyi olmasın, boşanmada birinci... 
çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen.
Ülkü Tamer
İşemeyi, güneye sağsalim varmış kuşların tüylerindeki huzur gibi görüyorum.
Anyway..
Yazdığım herkesi kelimelere ve hecelere böldüğümü fark ettiğim yaşta biraz durup dinlenmiştim. Sonra serin bir beton gelip bana çarptı. Özür diledi. Birbirimizi bir daha hiç görmedik.
Yüzümün buton buton olduğu yaşlardı. "Kelimelere bölününce canınız acıdı mı?" diye sordum, cevap vermediler.
17 Kasımda bi aktarın önünde beklerken, dükkanın ışığıyla aynı anda titreşti gölgem. Seviştiler ve çıplaklıklarından üşüdüler. Amca, beni yatağa atan herifin yaşlı komşusu gibi hiçbir şey duymadı. Ben gördüm.
Birileri yanıma geldiğinde kahve ve leblebi kokuyordum. Müzik zevki olan bi mekana oturduğumuzu sandık ama hiçbir şey çalmadı. Oysa ahşap masalar çok jazzdı.
Sigara dumanının havada asılı kalmaya tenezzül etmediği bi esintide; yanımdaki, sohbetin en girift yerini de alarak gitti. Ama ben bin kaybedenden artakalan masaya yalnızlık bırakmadım o gece.
Bildiğim tek entellektüel kelimenin "minimalist" olduğu bir çağ da atlattım.
İçinde ne olduğunu hatırlamadığım bir bardağın masada bıraktığı izler gibi anılarım. Orada görmek istemediğimde, mutfak bezinin elde bıraktığı kokuyla takas edebildiğim.
Seksi, sadece seksi olduğu için yaptığım zaman Tezer'in dediği gibi yalnızca yatarken sadık olduğum bedenler olacak. Bu bile fazla onlara!
İtiraf edelim; herkes kurtlar doysun, kuzular ölmesin istiyor. 
Kendime bakıp gördüğüm kusurlar.. Burun delikleri neden var ki? Tek bir yerden nefes almayı bile beceremeyeceğine inanılan insana aşık olma sorumluluğunu neden vermişler?
Grotesk bir yaşam sahası.
Yazmaya başlamamın tek sebebi bir şeyi açıklığa  kavuşturmaktı, hala başaramadım. Ellerimi her gün gördüğümü fark ettim, vücudumu, çoraplarım olmadığında ayak parmaklarımı.. Ama yüzüm hep başkasına ait.
Alt metinde kıkırtılar.

Orada olduğunu ispatlayacak şeyler yapma. Varlığı ispatlanabilir hayat bana ait çünkü ben göze batıyorum. Çok farklı değilim eğer kivi yiyememeyi fark saymazsak. Ya da az önce sineğin birini camlar-kapılar kapalıyken yıllar önce bozulmuş olan bi spreyle öldürme girişimimin beni zehirlemesine sebep olan aptallığımı fark saymazsak. Hatta; hayatımdan çıkan insanları değil de çıkarmam gereken insanları düşünmem fark değilse, ben pek de farklı değilim. Bazen de çıkarmamam gerekenleri düşünüyorum. Bu o kadar da fark sayılmaz bence. 70 yıl yaşamış dedeler filmlerde hep hayatlarından çıkan kadınları anlatmıyor mu? Adamlar film olmuş, bu benim farkım olamaz.
 * Bazen pişmanlık bana yürümek gibi geliyor.  Hiçbir zaman istediğim yere gidemedim. Bu yüzden yürümek gereksizdi. Pişmanlık gibi.. Yani hür iradenle yaptığın şeylerin özrünü yüklediğin şeydir pişmanlık. Bir duygu ya da his değil ki.. Yani bana orada olduğunu ispatlama. Çünkü biliyorum. Orada olmadığında bile biliyorum ki oradaydın. Ceketini çıkarıp astığında içindeki sıcak havanın hala var olması gibi. Ya da her şeyi tekrarlamaktan zevk alan bir arkadaşının aylar sonra sana benden bahsetmesi gibi. İspata ihtiyacın yok, sen matematik değilsin. O kadar karmaşık olamaz matematik. Sende bi sonsuzluk yok ama matematikte var işte. Bunlar benim ispatım. * Hala her yer sinek ilacı kokuyor. * Kim olursa olsun senin yanında hep fazla olacaksın. Sen benim gitme kararımı aldın. Sarıldığında başını koyduğun boyun payımı aldın. Üzülme katsayımı, arkada bırakılmışlık hissimi ve eksikliklerimi aldın. Şimdi kime tam gelebilirsin ki? Vücudunun %75i su değil artık, benim. Bu, özgüven dolu bir savunuş değil. Yüzdelik dilim verirsem ciddi görünürüm diye düşündüm sadece. * Kuralları bilmiyorum ama kural olmayanlar açık. Herkes mutlu olacak diyen yok mesela. Üşengeç olduğumdan kuralları değil olmayanları ezberledim. Çok daha kısa bir liste. Zaten insanlar kuralları biliyor ama anlamıyorlar. O zaman sırtlarına kusmak nasıl güzel olurdu diye düşünüyorum. Sırtlarına erişemeyecekler çünkü, erişebilecek insanlara güvenmek zorunda kalacaklar.  * Bazen adın hiç geçmese de çokça geçiyor bir cümlede. Demek istediğim, sanki cümleyi bir şair dile dökmese ve heykel olsa o, canlansa sen olacakmışsın gibi. * Benim bildiğim tek bir kural var. Tamam, bunu bilmekle gurur duymuyorum ama zorlasam boyum uzamış gibi hissedebilirim: Zaten evde olan bir insan eve dönemez. Yani anahtarın yoksa kapıyı çal. Lütfen demeyeceğim, emir verdiğim için değil, tuzu uzatmanı istemediğim için. Bu basit bir şey değil, bu isteyebileceğim bir şey de değil. Eğer istersen yapabileceğin bir şey. Yani sonunda "lütfen" olması biraz saçma gibi geldi. Kaba biri değilim. * Arada bir denizden bahsediyorlar, denizin kokusundan, denizin renginden, martıların salaklığından, martıların hürlüğünden... Bence ekmek ya da simit onlarda hürlük bırakmamış. Bazen onlara katılıyorum; salak olabiliyorlar. * Annemin sakızı güzel çiğneyebilmesini kıskanıyorum. Bazen ben bunu denerken, denemeye odaklanmışken insanlar karşıma geçip konuşuyor. Sevdikleri kadını anlatıyorlar, yattıkları adamı anlatıyorlar. Anlatmasınlar! Sanki kuralları bilmediğimi farkındalar gibi. İçten çökertilmeye hazır bi kale gibi duruyormuşum dışarıdan da haberim yokmuş gibi. "Çökertilmek" yerine "fethedilmek" desem daha doğru olacaktı diye düşünüp silemiyorum. Çünkü bi nevi pişmanlık gibi ve pişmanlık bir bahane. * Bana ait olmaktan çok emanet edilmişsin gibi davranman gerekmezdi. Ben kırmazdım çünkü, çizmezdim ekranını. Sadece merak eder ve iki üç tuşa basardım. Ya da kapağını ufacık açıp göremeyeceğime emin olsam da o merakımı gidereceğine inanırdım. Tadına bakılacaksa kremanı serçe parmağımın ucuyla bozar sonra düzeltmek amacıyla birazcık deforme edebilirdim. Ama acıtmazdı. Kızaran benim yüzüm olurdu. * Bütün bunlar aslında çift taraflı ama sanırım sen figüran gibi görüyorsun kendini. O yüzden de "figüranlar doğaçlama yapamaz ki" deyip benim her şeyime önceden planlanmış ve eline verilen kağıtta yazılı şekilde cevap veriyorsun. Ama odaklanman gereken konu, sahnede olmadığımız.  Kendime güvenim ojelerim gibi, düzensiz ama çok. Bunun ne demek olduğunu ben de bilmiyorum. Ama sahnede olsam korkmazdım. Anlatmak istediğim buydu. Sahnede olmadığımız için korkuyorum. Bazen düşünüyorum acaba korkmayayım diye mi sahnede gibi davranıyorsun? Ama öyle davrandığında ben kırılmış tarafın olmaya daha da meyilli hale geliyorum. Korkunun, üzülmekten daha acıtıcı bir şey olduğu kararına saygı duyarım. Kaybetme tutkuna, benim sevdiğim şeyleri başkalarının sevmesine izin vermene, benim sayemde hep fazla olmana, bana küfretmene, sigara yakmana, başkaları yanındayken ağlamamana, sadece bi cümle olmana ya da her yerin hala sinek ilacı kokmasına saygı duyarım. Bütün saygısızlığım, yüzüne tükürdüğüm her sıkıcı dakikam ve yarım bırakmama kuralıma sadık kalmak için sonuna kadar okuduğum uyku getirici kitaplar olabilir. Ya da senin sadece sen gibi davranmaman olabilir.  * İnsan sinek ilacından ölmez değil mi? Googledan araştırayım.