“İnsan ölürken tam 21 gram kaybeder. Herkes. 21 grama ne sığdırabilirsin? 5 tane bozukluk, bir sinekkuşu, bir bar çikolata. Kaç hayat yaşar, kaç kez ölürüz?”

30.4.13

"Endişelenmek" kadar çekici bir kelime yok sanırım.
Eylemin kendisinden değil belki ama onu telaffuz etmekten ya da okumaktan haz duyuyorum.
Bence gerçek anlamından daha rahatlatıcı bir eylem olabilirmiş. Sanki tıknaz bir çocuğun adının Gürbüz olması gibi..
doğru olmadığını bildiğin bir şeye inan.
şu an her ne yapıyorsan bırak ve inanmaya başla.

düşersen ölmeyeceğine inan
çık tırabzanlara
düşme. ama inan.

gitmeyeceğine inan
seviş o adamla
on dakika ya da bir saat sürsün. ama yanında uyuma.

güzel göründüğüne inan
günyüzü görmediği için dolabın gibi kokmaya başlayan basma eteğini giy
dışarı çıkma. ama giy.

affedeceğine inan
annenden özür dile
affedecek.

sonunda gülümseyeceğine inan
her şeyini kaybetmeye oyna
kaybet. ama gülümse.

29.4.13

Kiliseler, camiler, tapınaklar.. Tanrıyı buldukları mağaralar.
Ölümü beklediğinde, bildiğinde ya da fark ettiğinde inanmaya başlarsın.

Modern tapınaklar, inanış mağaraları: hastaneler. Ya da morglar.
"İnsanların kolaylıkla açıkettikleri kusurları vardır; bir de zorlukla ettikleri." Epiktetos

21.4.13

Erkeklerle kadınlar arasındaki farkı yeni anlamaya başladığım ve henüz keşfe çıkamayacağım bir yaşta en büyük korkum birinin beni çıplak görmesiydi. Sonra bir piçle yattım ve artık en büyük korkum onun bir daha beni çıplak görmemesiydi.
Babamın bana para ile bok yemeyi öğrettiği gerçeği çoğu gece aklıma gelir ve gülerim. Sonra da elimdeki kokoreçten vajinama yakışmayacak erkeksi, büyükçe bir ısırık alırım.
Ve tabi ayran. Sağlığınıza.

9.4.13

"Bu Baruch. Kütüphanenin önündeki. Bütün gün boyunca orada otururdu. Köydeki herkesten fazla kitap alırdı. Okumuş olmasına rağmen. Okumadan onlar hakkında düşünmeyi sevdiğini söylerdi. Kolunun altında hep bir kitapla gezerdi. Annem 'saçmalık' derdi. Onun deli olduğunu söylerdi. Herkes aynı fikirdeydi."
Everything is Illuminated (2005)
Ufuk'a.


9/4/13 saat sabaha karşı 4.41
Uyandım.

8/4/13 saat gece 11 tarihli "çok kötü bir şey oldu" mesajını okudum. Ve aklıma kötü olan şeyler gelsin diye bekledim. Kötü olan hiçbir şey uğramadı fikrime.
Aradım. Çaldı. Bir defa daha çaldı. Ve uykusunda bile mantıklı olabileceğini düşünmeme sebep olan sesin sahibi telefonu açıp "Ufuk öldü" dedi.
Yatağımda yatmış ve mesajı kendimce yorumlamaya çalışmıştım. Gece saat 11de kötü olabilecek ne olabilirdi  ki? Kötü değil, çok(!) kötü..
Ufuk öldü deyince, ben de acaba dedim; acaba mesajın geldiği saatte arasaydım onları, ne değişirdi? Ama uyuyordum işte. Ufuk ben uyurken ölmüştü. Ufuk'un kızı, karısı ben uyurken başlarına gelebilecek -muhtemelen- en büyük acıyı yaşamıştı. Ben de ilerleyen bir saatte öylesine uyanıp dertlerine dahil olmaya karar vermiştim. Ama Ufuk ölmüştü.
Kızını arayamadım. Düşündüm ki; saat 4te, babasını kaybetmiş bir kız uyuyor olabilir. Ya da acından ölüyor olabilir.
Geriye kalan 2 saatlik gece süresince babamı düşündüm. Sonra güneş doğdu.
İlk başta "babacım, seni çok seviyorum" diye mesaj atmak geldi içimden. Sonra o babacım oldu, baba. O baba oldu, hiç. Sadece "seni seviyorum."
Sonra da vazgeçtim.
Güneş doğunca aradım babamı. Dedim ki "seni seviyorum."
Kızının yanına gittim Ufuk'un, ve karısının.
Kızı hiçbir şeyin farkında değildi. Sanki akşam babası gelecekmiş gibiydi, morgun önünde. Karısı içinse her şey farklıydı: Akşam Ufuk gelmeyecekti. Ufuk bir daha hiç gelmeyecekti. O hep ağladı.
Ona üzüldüm aslında ve kızına da. Çünkü hayatlarını (.) kaybetmişlerdi. Ufuk ise sadece 21 gramını.
Kızı, "babamı görebileceğimi söylediler" dedi. Karşı çıkmak istedim, diyecektim ki "öyle hatırlamamalısın, çünkü bundan sonra hep öyle kalacak". Ama demedim. Ve o da babasını görmeye gitti. Son kez.
İçeri girmeden önce babası ölmemişti ve dışarı çıktığında babası ölmüş bir kızdı. Ayrıca sesi de ölmüş bir kız.
Bütün bir gün boyunca yanından ayrılmayan iki kız daha vardı. "Asalaklar" dedim onlar için. Öyle ki besin kaynakları için değil anlayış için oradalardı. Kızının iki yanında iki yaver gibiydiler. Ben değildim.
Cenaze namazı.
Konvoyda, cenaze arabasının arkasındaki arabada ön koltukta kemerimi takmayı çok geç akıl ettim ve tabuttan gözlerimi ayırmadan camiiye kadar ölüm sessizliği içinde(!) gittik. Bir ara yanımda, arabayı kullanan kadın "çok gençti" dedi. Ama sanki bize dememişti. Sanki kendisine de dememişti. Ufuk gençti, bunu belirtti. Başka kimse konuşmadı.
Bir ara, tabuttan gözlerimi ayırıp arabanın fren lambalarına baktım. Ufuk'u taşıyan bir arabanın fren lambaları olamayacak kadar sıradan fren lambalarıydı.
20 dakikalık yol boyunca her yokuş çıkışımızda "ayakları tabutun ucuna değiyor mu acaba" diye düşündüm. Yokuş indiğimizdeyse..
Camiiye geldiğimizde nokta şeklindeki sarı-beyaz mermerleri inceledim. Hangisi gelen ölüleri temsil ediyor diye merak ettim. Sarılar mı, beyazlar mı?
En sonunda beyazların daha çok olduğuna karar verdim.
Tabutu kalabalığın içinden bir kez daha gördüğüm an ağlamaya başladım. O an ne Ufuk'a ağladım, ne de karısına ya da kızına. Yahut kaybettiği 21 gramına.
O an ölümsüzlüğümden ödün verdiğimi anladığım için ağladım. Babamın "ölümsüz çağındasın" tezini "ölüm, başımıza geldiğine göre artık var" diyerek çürüttüğüm için ağladım.
Ve sonra yine babamı düşündüm.

Giderken yanında bir bulut götür, bu gece yağmurdan bahsetmeyelim.

3.4.13

Ah be Hasan'ım!
Çocukluğumda sadece çirkin olduğu için öldürdüğüm örümcekler rüyalarıma giriyor. Özür diliyorum. Dilimizi bilmiyorlar.
Öyle çirkinler ki! Ölüm onlara yaramamış Hasan. Daha da çirkinler artık.
Şimdilerde onları sadece öldürmek için öldürüyorum. Çünkü yapabiliyorum Hasan, öldürebiliyorum onları.
Yalnızca şarkılardan sevdiğim mimozaları görüyorum. Rüyamda.
Sarı.
Binlerce mimoza görüyorum. Bütün örümcekler mimozaların üzerinde kurumuş kan lekeleri gibi kara kara Hasan. Hepsini öldürüyorum.
Örümcekler çirkin. Sen onlardan daha çirkin Hasan.
Ah be çirkin Hasan!
Bilir misin bazı şeyler o kadar çirkindir ki artık gözüne güzel gelir. Sen öyle bir güzelsin Hasan.
Git Hasan'ım git. Ama dön be. Buralar pek güzel sen yokken.
Sen yokken, olmayan mimozalar görüyorum buralarda, üzerinde örümcekleri olmayan.
Mimozalar güzel. Sen onlardan daha güzel Hasan.

2.4.13

Özlem; kişinin avuç içidir. Hep daha bir ak, hep daha güneşe uzak.
Uzak, yakına yakınma şeklidir.
Bunlar Oruç'tan sonra kitabın kenarına karaladıklarım.
"Bırak biraz yağmur yağsın." Engin Günçe
Babası gözlerini mavi bir lotusa açmış ve adını Nilüfer koymuş. Öyle bir kadın o. 
Mavi lotuslar gibi.
Demişti ki bana "Aşık olduğun, asla 'orada' olmayacak. O hep bir yerlerdeki durak olacak.."
Gideceksin ve o durakta sigaranı yakacaksın. Zaten yaktığın an otobüs gelecek.
Hep böyle.
"Nasıl olsa öleceğimize göre, yaşamalıyız." Wittgenstein

Size dedim ki; en yüksekte bulunabilme uğruna katlettiğiniz her ayrıntı size küfreder. Bunun dışındakiler yalnızca kalabalıktır.
En yüksekte bulunma çabası bittiğinde. Örneğin Tezer gibi. Ya da sıradan insanlar içinde benim Tezer'im olan Ali gibi. "Tamam kaybettik. Evet ucunda ölüm var. Kabul ediyorum güçsüzüz. Ve yaşamak zorundayız" dediğinizde aslında orada olan bir aydınlanma evresi yağmurun metale her çarptığında çıkardığı sinir bozucu sesler gibi aklınıza tecavüz ediyor.
Ve artık özgürsünüz. Küfredin.
"Bazı şeyleri (belki, her bir şeyi) yaşayıp bitirmek gerekir; yoksa, yaşanıp durdukça, bayatlar." Camus