“İnsan ölürken tam 21 gram kaybeder. Herkes. 21 grama ne sığdırabilirsin? 5 tane bozukluk, bir sinekkuşu, bir bar çikolata. Kaç hayat yaşar, kaç kez ölürüz?”

23.1.13

Bugün yatağıma uzanıp çoraplarıma baktım. Saatler geçmiş gibi hissettim ama yalnızca yarım saat ilerlemişiz.
Sonra çoraplarımı çıkardım.

20.1.13

Ne öldüm. Ne de çaresizliği gördüm. Ben ölümü sadece babaannemde gördüm.
Yalan söylüyorum..
Babaannemi ölürken görmedim. Ölüyken de görmedim. Ben killi, sarı toprakla çevrili mezarlar gördüm. Savaştan korkan atlar gibilerdi, şaha kalkmış. Bir at savaştan nasıl korkar dedim.
Babam bana "senin yaşındayken ben de ölümsüzdüm" dedi, "şimdi anlıyorum ki ölüyorum". Babam, hep bir şeyler dedi.
Ölüm olduğunu bilmeden gelen arabanın farına bakan gelincik ne düşünüyorsa öyle mi olacak dedim. Sonra, onun bir cenneti yok ki, orada kalacak dedim. Belki babaannemi götüren cenaze arabası da geçecek ölüsünün üzerinden, yağmur yağacak içine içine, bir kız onu görüp iğrenecek, yavaş yavaş asfaltla bütünleşecek ve kalmayacak geriye gelincik. Ama o yoldan geçmeyen biri o gelinciğin sonunu bilmeyecek.
Babaannem Denizli'de öldü, İzmir'de bir asansördeydim haberini aldığımda.

19.1.13

Şerefine kaldırıyorum bu sanal rakı kadehini.
Sahip olmadığım bir melodinin aylar önce kulağımı delice çınlatışını tekrar duymak için karşılık vermeni bekliyorum.
Kahve içerken, ayağımı yıllardır orda olduğunu bildiğim dolaba çarpıp küfrederken, denizin güzelliğini düşünürken, denizi kıskanırken, bir sebeple biri başka birine, bir yerlerde "üstad" diyor diye aklıma takılır.
O birilerinin arkasından diyecekler ki "başka birileri ona üstad derdi".
Anıların hiçbir zaman geri dönmeyeceği gibi, o birileri de dönmeyecek. Koskoca üstad, sadece söylendiğiyle kalacak. Belki yazılmayacak bile bu yazıdan başka.
Bazen, kahve içerken bunları düşünürüm.

Gözler. 
Gözlerin. 
Bakmak için varlar.
Gözlerine, varoluş sebeplerini hatırlatmak isterdim. Nasıl yapacağımı bilseydim.
Bir iğde ağacının kokusunu gözlerine anlatsam öyle bakabilirler mi diye merak etmiştim kısa metrajlı bir yolculuk esnasında. Saçlarım, cevabın uzunluğunu kıskandı.

Bir gün rüyamda seni görmüştüm, yine. Binlerce takım elbiseli yürüyordu, ancak binlerce takım elbiselinin yürüyebileceği taş bir yolda. Üşengeç bir akıntı gibiydiler. Sanki, benim baktığım yerden bir adım geride duran biri onları iki ileri-bir geri gidiyormuş görür gibi geldi.
Çok güçlü olmayan bir akarsuda, diğerlerinden daha büyük olan ama normalde bir babanın avucuna tam gelecek şekilde oturan yassı bir taş gibi duruyordun binlerce takım elbiselinin içinde. Üzerinde bir takım elbise vardı. Ama sen ilerlemiyordun.
Akıntı vardı, bu görülüyordu. Kanıtlamak için daha fazlasına ihtiyaç yoktu. Ama sana sorsalardı şöyle derdin:
"Çok fazla takım elbise var. Bugün kot giymem gerektiğini biliyordum."
Sen orada dikiliyordun ve akıntı yine de vardı.
Asla gişe rekortmeni olamayacak bir filmin, gişe rekortmeni olabilecek tek bir sahnesi gibi benim olduğum yere bakmıştın.
Gözlerin. Bakmak için vardı.

15.1.13

"...kurnaz ve hilekar bir ifade. Sanki her karşılaştığı kişiyle arasında, iki tarafça da bilinen iğrenç bir sır varmış da, zaten ikisi de çok iyi bildiği için söylemeye gerek görmüyormuş gibi."

Boyu bana cuma günlerini hatırlatır. Tatlı bir uzunluğu vardır cumaların.
Bir heykeltıraşın elinden çıkma hatlarını; hiçbir zaman gerçekten istediği gibi olmayan çocukluğunun, fizyoterapiste tonlarca para ödemesine sebep olan çocuk felcinden kalma sakatlığı gibi gördüğü gamzeleri bozar. "Ya yanaklarımı yok sayabileceğim kadar olmalıydı, ya da hiç olmamalıydı" der onlar hakkında.
Heykeltıraşın yaptığı bütün hatalarla birlikte oyduğu taştaki inatçılık "muhteşem"in oluşmasını engellemiş ama kusurun en parlak çağının onda vücut bulmasını sağlamış. Vücudu bana her cuma akşamı orada olduğunu bildiğim ama hiçbir zaman göremediğim bir tanrıyı hatırlatır.
O, hayalleri yıkıldığında yutkunabildiğini bildiğim tek insandır.
Sevgili Dubrovnik sakinleri,
Bir eylemi hayat felsefesi edinmiş bir adamdır o. Kadıköy sokaklarını bilmeden ya da Montana'ya hiç gitmeden çetenin lideri olmuş biri.
Zarında 2 yokken, iki atmak için kendine tapan biridir o adam. Kaybetme eylemine hiç danışmadan, kendisine yüklediği gibi tanrısal bir güç yüklemiş ve seviştiğinde yatakta bıraktığı her ter damlasını ona kurban etmiştir. Kaybetme eylemi, onun dışında herkese ondan bıktığını söylemiş ama ikiyüzlü ve parasını aldığı sürece sorun yaratmayan fahişeler gibi düzülürken gözlerini kapatıp kendisini başka cümlelere yüklem yapmıştır.
Bu da böyle bir adamın hikayesi.
Bu adam bir kadını almış ve en kuytu yerlerini dayayıp döşeyip hayatının merkeziymiş gibi ona göstermiş ve kira almamıştır.
Bu, yüzünde daima yanlış yaptığı her şeyin sorumluluğunu çocuğuna yükleyen babalardaki, hipotermi düşüncesi kadar hastalıklı ve soğuk bir ifadesi olan adamın hikayesi.
Hiç dahil olmadığı diyaloglarda bulunabilen biridir o. Öyle cümleler vardır, adın hiç geçmese de varsındır onda. Öyle cümleler..
Sigara içmesi bana her zaman ellerindeki kusuru kamufle etmek için yaptığı bir eylem gibi gelir. Her şey bittiğinde ya da henüz başlamadığında düşündüğüm tek şey ellerinde kusur olmadığı.
Bir adamın hikayesi de böyle biter.
O gün gökyüzü delindi
ama sessizce.
Çok susamış gibi ağzını açtı biri,
gökyüzünü içti.
Pencerelere baktı utanarak
Pencerelerinin içine baktı
başka birinin gözleri içine.
Belki de tesadüfüydü onların yağmur
ya da pencere.
Birinin hor görülmesine sebep olan başka biri değildi
yağmurdu belki de
ya da pencere.

14.1.13

Bir yarım korkmaktan korktuğu için iki yolun arasındaki balçıkta yürüyorum hep, en sevdiğim ayakkabılarımla.
Hayatı sadece yazı ve turası olan bir paradan ibaret gören bir kadının hüznü vardı vizyonda. Şeftali gibi sessizce oturuyordu bankoda. Sanki yarın kıtlık başlayacakmış gibi sigara içiyordu. Bir kızılderilinin çökmüş yanaklarına sahip değildi ama sanki biraz kulak verseniz "beyaz adamın çakmağı var" diyecekmiş gibiydi.
Yağmurlar günlerce yağacak, soluklanmak için hiçbir şehrin üzerini istila etmeyecek, durmadan gidecek, gidecek, gidecek ve sonunda bitecek ve karıncaların ayak sesleri yine toprağı saracakmış gibi... Öyle bir sesi vardı kadının.
O kadın için her şey başlamaması ve bitmemesi gereken zamanlarda oldu. Öyle zamanlarda sigara içti.
Halbuki daha sevişmemişti.
Muhtemelen hiçbir zaman benden, ailesine son derece bağlı ve imkanı olsa hayatını bütünüyle denize adayabilecek bi adamın kızıydı diye bahsedilmeyecek.
Babamın sualtından böylesine zevk almasını, dışarda zevk alınacak şeylere rastlamanın mucize sayılabileceğini öğrendiğim yaşlarda anlayabildim. Balıklar önyargılı değildir, balıkların sizi sevmesini ya da kabullenmesini pek umursamazsınız. Balıklar size modadan bahsetmez ya da bilmedikleri şeyler hakkında başınızı şişirmez. Onlar, babaannem mezarında ne kadar konuşkansa o kadar konuşkandır.
Hakkımda; hayatını ebelik yaparak kazanmış, doğurttuğu kadar da çocuğu olan ve kızdığında herkese "mikrop" diye çığıran bir kadının torunuydu da denmeyecek.
Muhtemelen ben her zaman babaannemin mezarı gibi olacağım. Hür, huzursuz.

12.1.13

Sevgili Dubrovnik sakinleri,
Yazmaktaki amacımı açıklamak istedim. Ben küfretmekle etmemek arasında bi farkın olmadığını, ağızdan çıkan bi lafın uygulanmadıkça işe yaramaz bi kalabalık olduğunu aklınıza takmak istiyorum. İnsana sadece yaşadığı süreçte en yüksek yerde oturma isteği için katlettiği her ayrıntının hakaret edeceğini söylüyorum. Duymanızı istiyorum. Saygılar.

7.1.13

aman, kendini asmış yüz kiloluk bir zenci
üstelik gece inmiş, ses gelmiyor kümesten 
ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci? 
hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.  
iyi nişan alırdı kendini asan zenci
bira içmez ağlardı, babası değirmenci
sizden iyi olmasın, boşanmada birinci... 
çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen.
Ülkü Tamer
İşemeyi, güneye sağsalim varmış kuşların tüylerindeki huzur gibi görüyorum.
Anyway..
Yazdığım herkesi kelimelere ve hecelere böldüğümü fark ettiğim yaşta biraz durup dinlenmiştim. Sonra serin bir beton gelip bana çarptı. Özür diledi. Birbirimizi bir daha hiç görmedik.
Yüzümün buton buton olduğu yaşlardı. "Kelimelere bölününce canınız acıdı mı?" diye sordum, cevap vermediler.
17 Kasımda bi aktarın önünde beklerken, dükkanın ışığıyla aynı anda titreşti gölgem. Seviştiler ve çıplaklıklarından üşüdüler. Amca, beni yatağa atan herifin yaşlı komşusu gibi hiçbir şey duymadı. Ben gördüm.
Birileri yanıma geldiğinde kahve ve leblebi kokuyordum. Müzik zevki olan bi mekana oturduğumuzu sandık ama hiçbir şey çalmadı. Oysa ahşap masalar çok jazzdı.
Sigara dumanının havada asılı kalmaya tenezzül etmediği bi esintide; yanımdaki, sohbetin en girift yerini de alarak gitti. Ama ben bin kaybedenden artakalan masaya yalnızlık bırakmadım o gece.
Bildiğim tek entellektüel kelimenin "minimalist" olduğu bir çağ da atlattım.
İçinde ne olduğunu hatırlamadığım bir bardağın masada bıraktığı izler gibi anılarım. Orada görmek istemediğimde, mutfak bezinin elde bıraktığı kokuyla takas edebildiğim.
Seksi, sadece seksi olduğu için yaptığım zaman Tezer'in dediği gibi yalnızca yatarken sadık olduğum bedenler olacak. Bu bile fazla onlara!
İtiraf edelim; herkes kurtlar doysun, kuzular ölmesin istiyor. 
Kendime bakıp gördüğüm kusurlar.. Burun delikleri neden var ki? Tek bir yerden nefes almayı bile beceremeyeceğine inanılan insana aşık olma sorumluluğunu neden vermişler?
Grotesk bir yaşam sahası.
Yazmaya başlamamın tek sebebi bir şeyi açıklığa  kavuşturmaktı, hala başaramadım. Ellerimi her gün gördüğümü fark ettim, vücudumu, çoraplarım olmadığında ayak parmaklarımı.. Ama yüzüm hep başkasına ait.
Alt metinde kıkırtılar.

Orada olduğunu ispatlayacak şeyler yapma. Varlığı ispatlanabilir hayat bana ait çünkü ben göze batıyorum. Çok farklı değilim eğer kivi yiyememeyi fark saymazsak. Ya da az önce sineğin birini camlar-kapılar kapalıyken yıllar önce bozulmuş olan bi spreyle öldürme girişimimin beni zehirlemesine sebep olan aptallığımı fark saymazsak. Hatta; hayatımdan çıkan insanları değil de çıkarmam gereken insanları düşünmem fark değilse, ben pek de farklı değilim. Bazen de çıkarmamam gerekenleri düşünüyorum. Bu o kadar da fark sayılmaz bence. 70 yıl yaşamış dedeler filmlerde hep hayatlarından çıkan kadınları anlatmıyor mu? Adamlar film olmuş, bu benim farkım olamaz.
 * Bazen pişmanlık bana yürümek gibi geliyor.  Hiçbir zaman istediğim yere gidemedim. Bu yüzden yürümek gereksizdi. Pişmanlık gibi.. Yani hür iradenle yaptığın şeylerin özrünü yüklediğin şeydir pişmanlık. Bir duygu ya da his değil ki.. Yani bana orada olduğunu ispatlama. Çünkü biliyorum. Orada olmadığında bile biliyorum ki oradaydın. Ceketini çıkarıp astığında içindeki sıcak havanın hala var olması gibi. Ya da her şeyi tekrarlamaktan zevk alan bir arkadaşının aylar sonra sana benden bahsetmesi gibi. İspata ihtiyacın yok, sen matematik değilsin. O kadar karmaşık olamaz matematik. Sende bi sonsuzluk yok ama matematikte var işte. Bunlar benim ispatım. * Hala her yer sinek ilacı kokuyor. * Kim olursa olsun senin yanında hep fazla olacaksın. Sen benim gitme kararımı aldın. Sarıldığında başını koyduğun boyun payımı aldın. Üzülme katsayımı, arkada bırakılmışlık hissimi ve eksikliklerimi aldın. Şimdi kime tam gelebilirsin ki? Vücudunun %75i su değil artık, benim. Bu, özgüven dolu bir savunuş değil. Yüzdelik dilim verirsem ciddi görünürüm diye düşündüm sadece. * Kuralları bilmiyorum ama kural olmayanlar açık. Herkes mutlu olacak diyen yok mesela. Üşengeç olduğumdan kuralları değil olmayanları ezberledim. Çok daha kısa bir liste. Zaten insanlar kuralları biliyor ama anlamıyorlar. O zaman sırtlarına kusmak nasıl güzel olurdu diye düşünüyorum. Sırtlarına erişemeyecekler çünkü, erişebilecek insanlara güvenmek zorunda kalacaklar.  * Bazen adın hiç geçmese de çokça geçiyor bir cümlede. Demek istediğim, sanki cümleyi bir şair dile dökmese ve heykel olsa o, canlansa sen olacakmışsın gibi. * Benim bildiğim tek bir kural var. Tamam, bunu bilmekle gurur duymuyorum ama zorlasam boyum uzamış gibi hissedebilirim: Zaten evde olan bir insan eve dönemez. Yani anahtarın yoksa kapıyı çal. Lütfen demeyeceğim, emir verdiğim için değil, tuzu uzatmanı istemediğim için. Bu basit bir şey değil, bu isteyebileceğim bir şey de değil. Eğer istersen yapabileceğin bir şey. Yani sonunda "lütfen" olması biraz saçma gibi geldi. Kaba biri değilim. * Arada bir denizden bahsediyorlar, denizin kokusundan, denizin renginden, martıların salaklığından, martıların hürlüğünden... Bence ekmek ya da simit onlarda hürlük bırakmamış. Bazen onlara katılıyorum; salak olabiliyorlar. * Annemin sakızı güzel çiğneyebilmesini kıskanıyorum. Bazen ben bunu denerken, denemeye odaklanmışken insanlar karşıma geçip konuşuyor. Sevdikleri kadını anlatıyorlar, yattıkları adamı anlatıyorlar. Anlatmasınlar! Sanki kuralları bilmediğimi farkındalar gibi. İçten çökertilmeye hazır bi kale gibi duruyormuşum dışarıdan da haberim yokmuş gibi. "Çökertilmek" yerine "fethedilmek" desem daha doğru olacaktı diye düşünüp silemiyorum. Çünkü bi nevi pişmanlık gibi ve pişmanlık bir bahane. * Bana ait olmaktan çok emanet edilmişsin gibi davranman gerekmezdi. Ben kırmazdım çünkü, çizmezdim ekranını. Sadece merak eder ve iki üç tuşa basardım. Ya da kapağını ufacık açıp göremeyeceğime emin olsam da o merakımı gidereceğine inanırdım. Tadına bakılacaksa kremanı serçe parmağımın ucuyla bozar sonra düzeltmek amacıyla birazcık deforme edebilirdim. Ama acıtmazdı. Kızaran benim yüzüm olurdu. * Bütün bunlar aslında çift taraflı ama sanırım sen figüran gibi görüyorsun kendini. O yüzden de "figüranlar doğaçlama yapamaz ki" deyip benim her şeyime önceden planlanmış ve eline verilen kağıtta yazılı şekilde cevap veriyorsun. Ama odaklanman gereken konu, sahnede olmadığımız.  Kendime güvenim ojelerim gibi, düzensiz ama çok. Bunun ne demek olduğunu ben de bilmiyorum. Ama sahnede olsam korkmazdım. Anlatmak istediğim buydu. Sahnede olmadığımız için korkuyorum. Bazen düşünüyorum acaba korkmayayım diye mi sahnede gibi davranıyorsun? Ama öyle davrandığında ben kırılmış tarafın olmaya daha da meyilli hale geliyorum. Korkunun, üzülmekten daha acıtıcı bir şey olduğu kararına saygı duyarım. Kaybetme tutkuna, benim sevdiğim şeyleri başkalarının sevmesine izin vermene, benim sayemde hep fazla olmana, bana küfretmene, sigara yakmana, başkaları yanındayken ağlamamana, sadece bi cümle olmana ya da her yerin hala sinek ilacı kokmasına saygı duyarım. Bütün saygısızlığım, yüzüne tükürdüğüm her sıkıcı dakikam ve yarım bırakmama kuralıma sadık kalmak için sonuna kadar okuduğum uyku getirici kitaplar olabilir. Ya da senin sadece sen gibi davranmaman olabilir.  * İnsan sinek ilacından ölmez değil mi? Googledan araştırayım.