“İnsan ölürken tam 21 gram kaybeder. Herkes. 21 grama ne sığdırabilirsin? 5 tane bozukluk, bir sinekkuşu, bir bar çikolata. Kaç hayat yaşar, kaç kez ölürüz?”

15.2.13

Saçlarımın güzel olduğunu düşündüğüm bir akşam, bu akşam.
Ve yine şeftali kokulu kadınla konuşuyorum. Marla ile.
Bir insanın hayatına az su içip çok konuşan biri kaç defa girebilir ki?

Dedim; halıların kıvrılmış kenarları güzeldir. Ama kimse sevmez. Annem "halı kırılır öyle" derdi. Güzellikten kırılan kadın yoktur. Kadınlar ve halılar. Ne kadar kırılabilir?
Bazen kırılırlar. İyisin. O kadın tam elli yıl öncesi İzmir gibi gülmüştü. Neden anlamak istemiyor? O lanet kadın, bir an için gülümsedi. O salak iskelede. Geri kalan hiçbir şeyin önemi yoktu. Hiçbir cümlenin, dedi.
Dedim; belki kırılmıştır kadın. Ya da halısı. Benim halım kırılsaydı, gülmezdim o kadın olarak.
Aynaya baktı ya da söylediklerimi ayna olarak kullandı ve saçlarımı kazıtmak istiyorum. Kanepeyi kaldırıp halıyı düzeltmem lazım. Annem için, dedi.
Öyleyse, dedim kanepeler bir kızı kadın yapan ve sonra o kadını bir hiç yapan, gitmekten ve bir kızı kadından hiçe çevirmekten başka işi olmayan adamlar mıdır? Onları kırarlar?

14.2.13

Fakat emirler, ergen bir delikanlının çükü gibi dimdik ve mağrur oluyor. Sana "sus" diyen öğretmenin, susmaktan başka bir şey öğretmediğini fark etmeyerek susuyorsun yalnızca.
Su içmek aklına gelmiyor.

13.2.13

Mezarların havadan daha sıcak olduğu bir akşamüzeri. Eve döndüğümde babaannemden konuşuyorlardı.
İlk başta öyle düşünmüştüm.
Bir mezardır almış başını gitmiş, koltuklara alelade atılmış eşyalar gibi duran aile fertleri arasındaki, havada gözleri ağırlaştıran bir gerilimin dolaştığı muhabbette. Babaannem değilmiş konu.
Dediler ki:
Bu mezar, yazın ikinci kattaki balkona çıkıp, ıslak yaz sıcağında, sevişmekten ya da işemekten daha çok tat veren esintiyi hissetmek için bu evde merdivenleri çıkmaya çalışırmış bütün kış.
"Beni almaya geldiklerinde, onlara ayak uydurabileyim de beni taşımak zorunda kalmasınlar. Hemen çıkabileyim" dermiş mezar.
Mezarın yaptıklarını gözlerinde canlandırıp gülüştüler. Ben de yukarı çıktım.
Mezar bunu yapabilmek için bütün kış uğraşırken, ben sadece 20 saniye sonra yukarıdaydım. Bunu sevdiğim adamla konuşmak için yaptım.
20 saniye.

3.2.13

Falcıları severim. Ama haklı çıkmalarını isteyecek kadar değil.
Falların gitmemi istediği şehirlere hiç gitmedim, gördükleri mide ağrılarını hiç yaşamadım.
Telveye sorsanız doğru cevap alacağınız şeyler söyler falcılar. Severim onları.
Para verip yalan söylettiriyoruz ya kendimize, sanki kimse söylemiyormuş gibi.. Böyle zamanlarda ağzıma küfür yakışıyor.
Falcıları severim vesselam.
Rüzgarın yüzü yalaması, en az sokaklar kadar güzeldir. Ama bu rüzgar beni geri adım atmaya zorluyordu.
Filmlerden bildiğim titanlar yükseldi önümde, gürültüleri balkonlarda delirmiş kadınlar gibi oraya buraya çarpan çarşafların seslerini yedi yuttu. Gözlerimi kapattım.
Çenemi yukarı kaldırdım biraz. Boynumu sevgililerden daha bildik öpsün diye.
Gölgeme baktım, saçlarını geriye taradı kapkara elleriyle birkaç defa. Karanlık yüzünü saçlarından arındırdı.
Yürürken; ökçesiz ayakkabılarımın topuk seslerini, konuştuğumda kendi sesimi duyduğum gibi boğuk, içerlerden duyuyordum. Yeryüzünde bana ait olduğunu bildiğim tek şey, iç sesim, yürüyebiliyormuş. Sevindim.

2.2.13

"Yüzüm, günden güne hiç değişmediği halde (bunu, her sabah aynada yaptığım gözlemlerden biliyordum), resimler arasında vahim farklar vardı." O. Atay

Ceketler. En çok ceketler hatırlatır bana zamanın geçtiğini. An'ın anı olduğunu ve anıların artık ölü olduğunu.
Belki de hiç, çalışır durumda bir saatim olmadığından bugüne kadar ya da geceleri çektiğim uyku sıkıntısından geçmezdi zaman.
Ama ceketleri iyi bilirim. Siyah, hiçbir zaman merhamet ve sıcaklık kokmayan ceketler.
Beni terk ettiği gün giydiği ceketin, bana döndüğü gece de üzerinde olması kötü anıları bütün karanlığıyla sürekli ve hala üzerinde taşıdığını anlatıyor.
Odamı toplarken, yerdeki çamaşırlarla birlikte düşüncelerimi de çekmecelere dağıtırdım hep.
Her insan bana yeni bir dil verdi.
Annemden duyduğum dil, babamın öykündüğüm diliyle aynı değildi. Ben de babamınkini seçtim. Sonra büyüdüm. Okul, bana yeni bir dil verdi.
Konuşabileceğim milyonlarca dil. Asla konuşmak istemeyeceğim. Olabileceğim bütün Ben'ler.
Onlar yaptılar. Ben istemedim.
Bir kelimenin içinde bir roman olduğunu
Bana her şeye başlayabileceğin bir kelime versen bunun ne olacağını

Sözcükler içlerinde başka sözcükler yaşatır. Bu yüzdendir ki uzun cümleler sıkar, anlamayı zorlaştırır.
Bütün bunları kısa bir cümlede yazmalıyım. Bu cümleyi arıyorum.

"O bana anlayışla bakarken ben onun (annemin) dünyasına ne kadar yabancı olduğumu düşündüm" Tezer Özlü
Sorumluluğu reddetme evresini atlatamadığım, hayattan bıkma aşamasında bile ölümü düşünmediğim yaşlardayım.

"Ölüm, başınıza gelene kadar yoktur." A. Akdoğan

İçsel yıkımı, ölümü, sevgiyi, tutkuyu ve tüm duyguların, bunalımların kişiye gidiş ve dönüşlerini dışavurup başka bir insanda yaşamak istediğimizde daha fazla kendimizde hapsetmiyor muyuz?
Başka bir insanın yapabileceklerinden korkmaktansa, kendimizde o insanı yüceltme seviyemizden korkmuyor muyuz? Buna göre tutku ya da sevginin boyutu bizim elimizde mi?
"Bir gezinti tüm günü ısıtabilir. Ama geceler öldürüyor beni." Pavese.

En kötüsü uykusuzluk.
Az su içip çok konuşan, şeftali kokulu bir kadınla anlaşmayı başarıp bir yer açabilirsek eğer, insanın en yalnız hissettiği zamanlar için olmalı. Gerisinde gidecek yerleri var.
Şükürler olsun ki sokaklar bizim. Evleriyle birlikte uyuyan insanlarıyla sokaklar, soğuk kokan arabalarıyla sokaklar, işenen, işe gidilen sokaklar. Birbiri içinde yok olan insanlığı her yönüyle kabullenen sokaklar.
Bizim insanlara bir iyilik borcumuz yok. Yalnızca halden anlıyoruz.
Bazen tamamlanmayan cümleler daha
İnsanlar bir kişi değildir.
Bu yüzdendir ki kimseye "değiştin" diyemem.
İlk aşık olduğum zamanlarda bunu savunamazdım. Biri giderse, onu "değişmek" ile suçlarız. Kişinin bencilliğini bazı şeylerden suçlanmamak için sencilliğe çevirdiği zamanlardır bunlar.

Şimdilerse onu diğerlerinden farklı kılanın içimdeki her insanın onu sevmesi olduğunu biliyorum. Obsesif olan da, şizofren olan da ya da çirkin ama iyi olan da onu sevmişti.
Bu genel anlamda, insanları sevmeyen kalabalığım için yeni bir şeydi.

1.2.13

Atsınlar beni. Bir Alsancak barının sabaha doğru boş şişelerin doldurduğu çöp kutularına. Ben de onlardan olmak istiyorum. Biraz. Neden oradalarsa, ben de olmak istiyorum.
Sebebim olsun onlar gibi.
Belki böyle bulabilirim sabahların, gecelerin, öğle sonrası gerek kalmadığı halde orada olan güneşin nedenini.
Tezer'in Bir İntiharın Eşiğinde (iken) yazdığı satırların daha başındayken onun şaşkınlığını, belki de yapamadığım bütün yolculukların kilometrelerine katlayarak yaşıyorum. Acının Durgunluğu'nu okuduğu zaman şöyle yazıyor "Pavese'nin doğduğu gün doğduğumu şaşarak öğreniyorum: 9Eylül".
Yaşamı ve ölümü, yazmayı ve çıldırmayı, aşkı ve sokakları öğrendiğim Tezer'le aynı gün doğduğum gerçeğini öğrenip, içimde hala olduğuna şaşırdığım gerçek bir coşku buluyorum. Yaşamak için bir sebep olduğuna inanıyorum.
Tezer'in varoluşunun kanıtı olan günün, benim ve Pavese için de aynı önemi barındırması, kader ya da ona benzer bir şeye inanmamı gerektiriyor.
Ve Tezer şöyle diyor: "Aynı gün. Aynı yıl değilse de."