“İnsan ölürken tam 21 gram kaybeder. Herkes. 21 grama ne sığdırabilirsin? 5 tane bozukluk, bir sinekkuşu, bir bar çikolata. Kaç hayat yaşar, kaç kez ölürüz?”

9.4.13

Ufuk'a.


9/4/13 saat sabaha karşı 4.41
Uyandım.

8/4/13 saat gece 11 tarihli "çok kötü bir şey oldu" mesajını okudum. Ve aklıma kötü olan şeyler gelsin diye bekledim. Kötü olan hiçbir şey uğramadı fikrime.
Aradım. Çaldı. Bir defa daha çaldı. Ve uykusunda bile mantıklı olabileceğini düşünmeme sebep olan sesin sahibi telefonu açıp "Ufuk öldü" dedi.
Yatağımda yatmış ve mesajı kendimce yorumlamaya çalışmıştım. Gece saat 11de kötü olabilecek ne olabilirdi  ki? Kötü değil, çok(!) kötü..
Ufuk öldü deyince, ben de acaba dedim; acaba mesajın geldiği saatte arasaydım onları, ne değişirdi? Ama uyuyordum işte. Ufuk ben uyurken ölmüştü. Ufuk'un kızı, karısı ben uyurken başlarına gelebilecek -muhtemelen- en büyük acıyı yaşamıştı. Ben de ilerleyen bir saatte öylesine uyanıp dertlerine dahil olmaya karar vermiştim. Ama Ufuk ölmüştü.
Kızını arayamadım. Düşündüm ki; saat 4te, babasını kaybetmiş bir kız uyuyor olabilir. Ya da acından ölüyor olabilir.
Geriye kalan 2 saatlik gece süresince babamı düşündüm. Sonra güneş doğdu.
İlk başta "babacım, seni çok seviyorum" diye mesaj atmak geldi içimden. Sonra o babacım oldu, baba. O baba oldu, hiç. Sadece "seni seviyorum."
Sonra da vazgeçtim.
Güneş doğunca aradım babamı. Dedim ki "seni seviyorum."
Kızının yanına gittim Ufuk'un, ve karısının.
Kızı hiçbir şeyin farkında değildi. Sanki akşam babası gelecekmiş gibiydi, morgun önünde. Karısı içinse her şey farklıydı: Akşam Ufuk gelmeyecekti. Ufuk bir daha hiç gelmeyecekti. O hep ağladı.
Ona üzüldüm aslında ve kızına da. Çünkü hayatlarını (.) kaybetmişlerdi. Ufuk ise sadece 21 gramını.
Kızı, "babamı görebileceğimi söylediler" dedi. Karşı çıkmak istedim, diyecektim ki "öyle hatırlamamalısın, çünkü bundan sonra hep öyle kalacak". Ama demedim. Ve o da babasını görmeye gitti. Son kez.
İçeri girmeden önce babası ölmemişti ve dışarı çıktığında babası ölmüş bir kızdı. Ayrıca sesi de ölmüş bir kız.
Bütün bir gün boyunca yanından ayrılmayan iki kız daha vardı. "Asalaklar" dedim onlar için. Öyle ki besin kaynakları için değil anlayış için oradalardı. Kızının iki yanında iki yaver gibiydiler. Ben değildim.
Cenaze namazı.
Konvoyda, cenaze arabasının arkasındaki arabada ön koltukta kemerimi takmayı çok geç akıl ettim ve tabuttan gözlerimi ayırmadan camiiye kadar ölüm sessizliği içinde(!) gittik. Bir ara yanımda, arabayı kullanan kadın "çok gençti" dedi. Ama sanki bize dememişti. Sanki kendisine de dememişti. Ufuk gençti, bunu belirtti. Başka kimse konuşmadı.
Bir ara, tabuttan gözlerimi ayırıp arabanın fren lambalarına baktım. Ufuk'u taşıyan bir arabanın fren lambaları olamayacak kadar sıradan fren lambalarıydı.
20 dakikalık yol boyunca her yokuş çıkışımızda "ayakları tabutun ucuna değiyor mu acaba" diye düşündüm. Yokuş indiğimizdeyse..
Camiiye geldiğimizde nokta şeklindeki sarı-beyaz mermerleri inceledim. Hangisi gelen ölüleri temsil ediyor diye merak ettim. Sarılar mı, beyazlar mı?
En sonunda beyazların daha çok olduğuna karar verdim.
Tabutu kalabalığın içinden bir kez daha gördüğüm an ağlamaya başladım. O an ne Ufuk'a ağladım, ne de karısına ya da kızına. Yahut kaybettiği 21 gramına.
O an ölümsüzlüğümden ödün verdiğimi anladığım için ağladım. Babamın "ölümsüz çağındasın" tezini "ölüm, başımıza geldiğine göre artık var" diyerek çürüttüğüm için ağladım.
Ve sonra yine babamı düşündüm.

Giderken yanında bir bulut götür, bu gece yağmurdan bahsetmeyelim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder